
Hümeyra Yargıcı: Nihan Hanım, yeni kitabınız “Çatlaklar, Eşikler, Avuntular” hayırlı olsun. Sanırım ilk söyleşi de bana nasip oluyor. Özellikle teşekkür ederek ilk sorumu soruyorum: Gerçekliğin insanlara “şok”lar hâlinde tesir ettiği, koşuşturmacalar içinde uzaklara dalıp giden hayallerin yok olduğu bir çağda, bu kadar yığma bilginin hikâyeye dair merakı azaltacağını ya da hikâye anlatma kabiliyetimizi olumsuz etkileyeceğini düşünüyor musunuz? Başka bir deyişle, bu denli açıklayabildiğimiz bir dünya, hikâye edilebilir mi?
Nihan Feyza Lezgioğlu: Merhaba. Evet, bu ilk söyleşisi kitabın. Ben de teşekkür ederim ilginiz ve davetiniz için.
Sorunuza cevap vereyim. Çok iyi kurgulanmış, eksiksiz işleyen bir düzenin içinde yaşıyoruz. Her zerresiyle mükemmel çalışıyor evren. Hikâyeler bence bu harika kurgunun uzantıları. Onu tam anlamıyla bilmemiz ya da en azından kavramamız mümkün değil; bu da bizi hep daha iyiyi aramaya, düşünmeye yöneltiyor ve tükenmez merakımızı besliyor. Dünya durdukça, ne kadar çok yığma bilgiyle cebelleşsek de merak etmeye devam edeceğiz bana kalırsa. Ancak bu meraka rağmen, anlatma kabiliyetimizin günden güne azaldığını söyleyebiliriz. Gün geçtikçe köreliyoruz aslında.
H. Y: Kitaplarınızı okurken kahramanlarınızın Proust’un zamansal körelmeye karşı savaşması gibi “şimdi” nin ufkunu genişletmeye çalıştıklarını düşündüm, katılır mısınız?
N. F. L: “Şimdinin ufkunu genişletmek” kesinlikle çok doğru bir tarif. Geçmiş ve gelecekle fazla ilgilenen, kaygılanan, umutlanan karakterler yazıyorum ben. Hayatta ne görüyorsak ne yapıyorsak onu anlatmaya gayret ediyorum aslında. Zaman zaman topaklanarak, sonunda elimizden kayıp giden bir şeye sıkı sıkı sarılıyor, uzaklaşmasın diye direniyoruz hepimiz. Dolayısıyla, aslında “elimizde” olduğunu iddia edebildiğimiz -bu iddia ne kadar doğrudur o da tartışılabilir- yegâne parçaya, şimdi’ye geçiriyoruz tırnaklarımızı. Onlar da bunu yapıyor işte.
Şimdi’yi işe yarar kılmak için de mutlaka bir şey üretmek gerekiyor bana kalırsa. Proust’un dehası karşısında kendini “Nasıl oldu da bir yazar daima elinden kayıp gitmiş olan zamanı, sonunda somut bir hâle getirdi ve bundan güzel, mükemmel ve sonsuz bir nesne çıkardı?” diye sormaktan alamayan Virginia Woolf geliyor aklıma. Deha konusunda hepimiz Proust kadar şanslı değiliz tabii ama üretmekten başka yol da yok gibi.
H. Y: “Kaz Ayağı” adlı öyküde kahramanınız şöyle diyor: “ İçimdeki oyukla yaşamanın sandığım kadar kötü bir şey olmadığını öğrendim sonra. Ve devam ediyor:” Direnirsek oyuk büyüyor anne?” Burası bana bir başka yazarın, Sema Kaygısız’ın bir cümlesini hatırlattı: “ Acaba ben kimin oyuğundayım?” Direnmemeyi seçmiş hikâye kadınlarınız toplumsal bir ahlâk anlayışının “o oyuk ve yargılayan gözüne” hedef olmamayı imliyor olabilir mi?
N. F. L: Direnmemeyi, boyun eğmek olarak düşünmemek gerekiyor burada. Gerçeği, o oyuğun varlığını kabul ederek teskin olmaktan bahsediyor anlatıcı. Çatlaklar Eşikler Avuntular’da da “Bir şeyin ne olmadığını bilmek hep daha büyük şanstır.” (s. 21) diye yazmıştım. Öyledir. Gerçek, ne kadar acı da olsa hakikattir ve insana iyi gelir. İçimizde ne bizim ne de başkalarının doldurabileceği bir oyuk saklıyoruz hepimiz. Onun bir gün bir şekilde kapanabileceğini ummak da oyuğu büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Bunu bilmek ve kabul etmek, hayat ve yazgıyla barışmaktır kastettiği.

H. Y: Gaston Bachelard, “ Mekânın Poetikası”nda evi bir “mutluluk mekânı” olarak tarif eder. Sizin öykülerinizde de “Evin Hâlleri” yoğun şekilde yer alıyor. Şeyma Subaşı bir değerlendirmesinde ilk kitabınız için bu noktaya dikkat çekmiş; kitabınızı okurken “anne evinde dolaşıyor gibi” bir hisse kapıldığını yazmıştı. Evin hiçbir biçimini sevmeyen Tezer Özlü’den yola çıktığımda sizin evlerinden “gidip ama geri dönen”, gidip geri dönemeyen ya da kalıp alışkanlıklarını devam ettiren kahramanlarınız etrafında oluşan “ev” imgesinin toplandığı arka bahçe için ne söylemek istersiniz?
N. F. L: Ev, popüler edebiyatın tekeline bırakılamayacak kadar önemli bir imge bana göre. Bireylerin olduğu kadar çekirdek ailelerin de geniş ailelerin de temelidir ev. Bazen bir kambur, bazen bir sığınak, bazen de kürkçü dükkânıdır. Her şey orada başlar fakat bitmez; hatalar, zaaflar, değersizlik, bağımlılık nesiller boyu tekrarlanır. Haleflere aktarılır hepsi, onlar da miras bırakır sırtladıklarını, devralanlar da diğerlerine verir paylarını. Hayatın kanunudur bu, böyle de sürüp gider. Ama kimi zaman, bu tekrarı “görebilen” basiretli aile üyeleri -ki sayıları bir elin parmaklarını geçmez- çıkıverir. İşte o zaman, çok değil birkaç şey değişir gibi olur.
Bunları karamsar bir bakış açısıyla söylemiyorum. Bir önceki soruda ifade ettiğim gibi, ne ile uğraştığımızı bilmek her koşulda faydalıdır. Bizleri ancak “gerçek” iyi edebilir.
H. Y: “öykü kurma”nın insana kendi öyküsünü “ıskalatma” tehlikesi var mı?
N. F. L: Yazar kendi öyküsünü anlatır, diyemeyiz ama ondan beslenir. Bir veya daha fazla olayı yazısına şablon olarak seçmesi değil bahsettiğim şey. Yazar, hayattaki derdi neyse ondan bahseder bize. Alt metinlerinde hep o/onlar vardır. Dolayısıyla buradaki “yazarın kendi öyküsü” ifadesini bir öz yaşam öyküsü gibi telakki edemeyiz, etmemeliyiz bana kalırsa. Yazar, öyküsünden onu kenara bırakıp yoluna devam edebilecek kadar bağımsız değildir, olamaz ve onu “ıskalamak” da pek mümkün görünmüyor bana.
H. Y: Anlatıcının kahramanlarından biri veya daha fazlası zaman zaman kendi ipini kesip oynatıcısını saf dışı bırakarak kendini anlatır mı?
N. F. L: Bazen oluyor böyle. Bir bakmışsınız karakter/ler de öykü de dallanıp budaklanmış. Dallanıp budaklanmak, diyorum çünkü böylece bir düğüm atılıyor hikâyede ve yazdığınız karakterleri de kendinizi de okurları da hatta öyküyü de tatmin etmeniz gerekiyor anlattıklarınızla. Kolay değil.
H. Y: Özellikle ikinci kitabınızda kahramanınız dayatılan belirli yaşama biçimlerine ve eylem kalıplarına direnen biri. Boşanmaya karar verdiğinde eşi onu “Her şeyin üzerinde çok düşünüyorsun.” diye suçluyor. Düşünmenin kendisi de bir anlatı mıdır ve anlatının adımlarıyla mı ilerler sizce?
N. F. L: Onun kadar iyi bir anlatı yok, demek bile mümkün galiba. Bilinç akışı tekniğini, onu kullanarak üreten yazarları düşünüyorum mesela. William Faulkner’a bakın. Bu tekniğin kullanıldığı metinler, bildiğimiz anlatı adımlarıyla ilerlemiyor aslında ama -yine aynı yere vardık- o kadar sahi ki yazılanlar, bu gerçeklik okurda büyük bir etki yaratıyor.
H.Y: İlk kitabınızda her ne kadar kahramanlarınızın iç dünyaları anlatılsa da büyük şehir kalabalığı, cıvıl cıvıl bir hareket arkada kendini hissettiriyor. İkinci eseriniz ise bir novella ve o karmaşadan kaçmış bir kahramanın etrafında dönüyor. “Çatlaklar, Eşikler, Avuntular”, Süreyya’nın evinin bahçesinden olayları izlediğimiz bir dinginlikle-kahramanın hayatındaki değişikliklere ve ruh hâlindeki gelgitlere rağmen- ilerledi bende. Kurgunuzun bu yöne evrilmesinin dinamiklerinden bahseder misiniz?
N. F. L: Dinginlik, Ferit Edgü’nün o çok sevdiğim ifadesiyle “erinç” arayan karakterler yazdım Kaz Ayağı’nda. Birden çok öykü anlattığımdan, farklı temalar ve duygularla besleyebildiğimi düşünüyorum bu arayışı. Çatlaklar Eşikler Avuntular’da ise hikâyenin dingin ilerlediğini söyleyebiliriz, haklısınız. Bunun için özellikle uğraştım, diyebilirim. Çünkü tek bir uzun öykü anlatıyordum ve ölçüsü ayarlanamayan melankolinin metni “arabesk” bir hâle sokması çok daha olasıydı. Bundan kaçınmaya çalıştım. Hayat bir arayışla sürüyor, geçiyor; bu herkesin malumu ama o asla fantezi bir şarkı değil. Kitapta da bu dengeye dikkat ettim.
H. Y: Nurdan Gürbilek “ Sessizin –henüz konuşmayanın, konuşma imkânı olmayanın, artık konuşamayacak olanın- el konulmuş payını geri alabilir mi yazı? Yazarlar konuşamayanlar adına da konuştuklarına inanmak ister. Ama yazının da bir sessizi vardır. Sessizin payına bu kez kendisi el koymadan var olabilir mi yazı?” diyor. Özellikle “Haciz Mahalli” ve “ İki Ölü Dört Cenaze “ öykülerinizde bende “konuşamayanlar adına da konuşan” ifadesi somutlaştı. Sizce de yazar, “sessizin payını” alabilir mi?
N. F. L: Yazar, konuşamayanların ya da susturulanların adına da konuşur zaman zaman. Bunu bütün sanatçılar için söylemek de mümkün. Âşık Mahzuni Şerif geliyor aklıma mesela. Ama tabii bunu bir zorunluluk gibi de düşünmemek gerekiyor. Yazarı/sanatçıyı kanaat önderi olarak görmek isteyen bir kitle var çünkü. Ben bunu doğru bulmuyorum, yeri gelmişken söyleyeyim. Yazarın bir görevi ifa eder gibi üretmesi gerekmiyor. Edebî niteliği haiz olan her metin, sanat eseridir ve bu kadarı yeterlidir bana göre.
H.Y: “ Çatlaklar, eşikler ve hep avuntular. Hayat ne getirirse getirsin, ağzımıza çaldığı bir parmak balla aklımıza mukayyet oluyor.” İkinci kitabınız bu cümleyle bitiyor. “Acı geçiyor, acı çekmiş olmak geçmiyor.” dizelerini hatırlattı bana. Çatlaklarımız, eşiklerimiz bizi zorlarken hikâye anlatmanın veya dinlemenin şifalı bir tarafı olduğuna inanıyor musunuz? “ Hikâye gibi anlatıldığında ya da yazıldığında bütün dertler katlanılabilir olur.” diyen Hannah Arendt’e katılıyor musunuz? Avuntumuz da bu olabilir mi?
N. F. L: İnsan bir şeyler anlatmak zorunda, yaşarken kaçınılmazdır bu. Kimi yazarak anlatır, diğeri altın gününde konuşur, öbürü kahvehanede dertleşir, başkası beşikteki bebekle sohbet eder… Bütün o çatlaklarla, eşiklerle cebelleşirken yanı başımızda bir ruh daha ararız hepimiz. Hatta bu bir ağaç da olabilir kelebek de. Arendt haklı o nedenle. Hayat , bütün bileşenleriyle yegâne avuntumuzdur ve anlatılmayı bekler.
H. Y: Son olarak eklemek ya da okurlarınıza iletmek istediğiniz bir şey var mı Nihan Hanım?
N. F. Y: Çatlaklar Eşikler Avuntular’ın tüm okurlarına erinç getirmesini diliyorum. Davetiniz ve titiz bir okumayla hazırladığınız güzel sorularınız için de çok teşekkür ederim. Sevgiler.
