Dörtyol, o günkü kalabalığı bir daha hiç görmedi. Her yer yeşil beyazdı. Bir şehri bir ana sığdırabilseydim kesinlikle o günü seçerdim, Bingölspor’un şampiyonluk maçının olduğu o gün. Stadyuma vardığımızda düğün evine gelmenin mutluluğunu andıran bir gülüş büyümüştü hepimizin yüzünde.
On numaralı formamı giymiştim. Sadece bir forma değildi üzerimdeki, bir gün gerçekleşmesini istediğim hayalin adıydı. Ayağıma top değdiğinden beri tek isteğim futbolcu olmaktı. Nerede maç varsa ben oradaydım. Mahallede arkadaşlarla, okul takımında, şehrin kum sahalarında. Yorulmadan, bıkmadan oynardım.
Babamın çok sevdiği meşhur futbolcu gibi olmak istiyordum. Gol attığım her maçta onun adıyla sesleneceklerdi bana: Bingöllü Maradona Servet. Bizi haritalarda hiç bilmeyen şehirlere gidecektik. Onları yenip adımızı duyuracaktık. Elime çarpıp gol olan bir pozisyon olursa, bu benim değil bizi hatırlayın diyen Yaradan’ın eli diyecektim. Tıpkı onun söylediği gibi.
Hayallerime gidip geri döndüğüm maçta hâlâ gol atamamıştık. Dakikalar geçiyordu. Her atağın sonunda kursağımızda kalan bir sevinç vardı. Maçın son dakikalarıydı, sekiz numaralı Hıdır’ın ortasında Yunus’un vurduğu kafa direkten dönmüştü. Gol diye ayağa kalktığımız an direkten dönen topla bir anda yıkılmıştık. Berabere bitecek derken aniden gelişen kontratakla golü kalemizde görmüştük. Şampiyonluğun eşiğini geçememiştik. Aklım direkten dönen topta kalmıştı. Hayalime sarılıp bir gün o golü atacağıma inanıyordum. Benimkisi öyle bir hayaldi ki hüznün ortasında da çiçek açmayı başarmıştı.
Benim için o günlerde hayat, topun ağlarla buluştuğu ve tribünlere koştuğum maçların hayalini kurmakla geçerken, Bingöl’de ise o günlerde benim hayalimden çok uzakta bir hayat yaşanıyordu. Yokluk, yoksulluk, devriyeler, akşamları kapılarını erkenden kapatan evler ve geceleri ne yaşanırsa yaşansın gündüzleri bunlar hiç yaşanmamış gibi yolda yürüyen insanlar…
Zamanın beni de eskittiğini liseyi bitirmemin üzerinden iki yıl geçtiğinde anlamıştım. Babamın beni lisanslı futbolcu yapacağını düşündüğüm günlerin yerini, askere gidip gelmem ve hemen aileye destek olmam gerektiği söylenen günler almıştı. Susup öylece babama bakmıştım. Belki demiştim kendime askerden sonra çıkartır lisansımı. Belki…
Babamın uğurladığı o otogar akşamından o geceye kadar tam sekiz ay geçmişti. Karların üstüne zifiri karanlığın çöktüğü o geceye kadar tam sekiz ay geçmişti. Birbirini takip eden adımlar, kısık sesler… Güneşin çok uzakta olduğunu zannediyor ve zamanın neden geçmediğine kızıp karanlığa küfürler savuruyorduk.
Bu dağların iki yüzüne de uzun yollara karşı da hep sessizdim. Birbirine benzeyen hiçbir şey bu kadar ayrılmamıştı. Hangi yana dönsem yeryüzünden bir nefes eksiliyordu. Hepsi bendim aslında, hepsi bizdik. Kime kızacaktım ben, kime sarılacaktım? Bu yalnızlık bana ve insanın yüreğine çizilen bütün sınırlara yeterdi. Çünkü bu maçta bütün golleri kendi kalesine atmıştı insanlık. Birinin sevinci diğerinin hüznü olurken. Tribünlere değil mezar taşlarına koşuyordu herkes.
İçimdeki uzun cümlelerle kendi yüreğimin izini kaybetmemeye uğraşıyordum. Ben yüreğime tutunurken zifiri karanlığın ortasında alevler büyümeye başladı. Sonrası çığlık ve yara…
Golllllllll…
Servet, bir anda çocukların sesi ile ait olduğu zamana döndü. Kum sahada maç yapan çocuklar gol atınca birbirine sarılmışlardı. Bu defa top direkten dönmemişti. Afatlar mahallesi yukarı mahalle ile yaptığı maçı kazanmıştı.
Gülümsedi Servet, iki değneğine tutundu ve eve gitmek için yürüdü. Protezine baktıktan sonra yüzünü kum sahaya döndü. Belki dedi; insanın yüreğini kemiren bu maç biter ve birbirine sarılan çocukların hayalini büyütür.
Belki…
