Alman idealist düşüncesi içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olan Alman
romantik düşünürleri, aslında bir ekole ya da belirli bir geleneğe sahip olmayan insanlardan
oluşmaktadır. Aralarında August Wilhelm Schlegel (1767-1845), Friedrich Schlegel (1772-
1829), Novalis (1772-1801), Friedrich Schelling (1775-1854) ve Schleiermacher (1768-1834)
gibi düşünürlerin bulunduğu bu düşünürlere, onlarla olan yakın ilişkisi ve onların üzerindeki
etkisi sebebiyle Hölderlin (1774-1843) de eklenebilir. Bütün bu düşünürler, sahip olduklarını
romantik düşüncelerinin birer ürünü olan yapıtlarını 1798-1804 yılları arasında vermiştir.
Friedrich Schlegel tarafından, 1798-1800 yılları arasında yayımlanan “Das Athenaeum”
dergisi ise, bu kısa yayım süresine rağmen romantik düşüncenin merkezi olarak kabul
görmüştür. Romantik düşüncenin, bir lidere sahip olmamakla birlikte, avangart bir yaşam
anlayışını benimseyen romantik düşünürlerin arasındaki sürekli etkileşimi sağlayan ve bu
düşünürleri bir dergi etrafında toplayan Schlegel’e çok şey borçlu olduğu söylenebilir.
Günümüz Batı düşüncesine ve yaşam tarzına çok önemli katkıları bulunan ve
Berlin’de ortaya çıksa bile kısa süre sonra tamamen Jena’da toplanan bu romantik
düşünürlerin, tarihte eşine az rastlanan bir düşünce ve üretim sürecine girdikleri ve bu nedenle
de etkili, özgün ve kalıcı bir düşünce geliştirdikleri açıktır. Aydınlanma düşüncesinin
rasyonel, analitik ve bilimsel tavrına karşın, duygulanımı ve sezgiyi ön plana çıkaran
romantik düşünce, aydınlanmanın etkisiyle neredeyse saf dışı kalan ruhsal itkileri, dünyayı
anlayabilmenin temel nosyonları olarak görmektedir. Bu tavır aslında bir hakikat arayışıdır.
Ancak romantikler bu hakikat arayışında hiçbir zaman hakikatin bilgisine sahip
olunamayacağının da farkındadır. Onların yaptığı, karşılaştıkları sorunları biçime odaklanarak
estetize etmektir.
Romantik düşüncenin ürünü olan yapıtlar, ortaya çıktıkları yerlere göre farklı alanlara
odaklanmıştır. İngiltere’de estetik ile romantik düşünce arasında bir etkileşim varken,
Fransa’da ise daha çok politik ve toplumsal düşünce romantizmden etkilenmiştir. Alman
romantizmi ise estetik bir kaynağa sahip olmakla birlikte kısa süre içerisinde yaşamın birçok
alanı üzerinde söz sahibi olmuş, ardından bir dünya görüşü olarak kendini göstermiştir.
Dolayısıyla Alman romantik düşünürler de politik ve toplumsal konulardaki görüşlerini
belirtmişlerdir. Bu romantik düşünürlerin görüşlerinin temelinde güçlü bir aydınlanma
eleştirisi vardır. Bu eleştiri, aydınlanma düşüncesinin getirdiği mekanik toplum anlayışının
yerine organik bir toplum anlayışını benimsemekte ve bireysel üretimin ancak bireylerin
haklarına ve özgürlüklerine değer vererek artacağını savunmaktadır. Bunun yanında, romantik
düşünürler cinsiyet eşitliği ve devletin varlığı gibi konulara ilişkin de birtakım eleştirilere
sahiptir.
Çoğunlukla, aydınlanma düşüncesine karşı geliştirilen ilk eleştiri olarak kabul edilen
romantik düşünce, aklın yaşamın merkezine koyulmasına ve doğanın tamamen bir nesne
olarak görülüp üzerinde insanlar tarafından kullanım hakkı oluşturulmasına karşı çıkmaktadır.
Toplum anlayışında, hem bireylerin haklarına ve özgürlüklerine önem veren özgürlükçü
düşüncenin hem de toplumsal düzeni ve geleneği önemseyen muhafazakâr düşüncenin izleri
görülen romantik düşünce, aşırı bir bireyciliği savunmadığı gibi toplumun her şeyin üzerinde
olduğu düşüncesini de kabul etmemektedir. Romantik düşünce, her bireyin haklarına ve
özgürlüklerine sahip olarak, toplumsal yaşama feda edilmeden yaşamasının ve bundan dolayı
özgün edimlerinin yüksek olduğu bir yaşam sürmesini desteklemektedir.
Romantik düşünürler, birey ve toplum arasındaki bu gerginliğin, devlet sayesinde
çözülebileceğini savunmakla birlikte, en azından ilk dönemlerde bir devlet hayranlığına sahip
değildir. Ancak, Fransız Devriminin etkisiyle, romantik düşünürler, toplumu ayakta tutan tek
yapı olarak görmeye başlamıştır. Bireyin haklarına ve özgürlüklerine ilişkin isteklerinin ancak
belirli bir eğitim ve aydınlanma düzeyiyle mümkün olduğunu anlayan romantik düşünürler,
bundan dolayı, en azından bu eğitim ve aydınlanma düzeyi sağlanana dek, devletin bu
alanlara müdahil olmasına karşı olumsuz bir düşünce belirtmemişlerdir. Romantik düşünce,
Fransız Devrimine karşı, devrimin ilk yıllarında büyük bir hayranlık beslemektedir. Çünkü
devrimin sloganı olan “Liberté, Égalité, Fraternité (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik)”, aynı
zamanda romantik düşüncenin politik ve toplumsal düşünceleriyle örtüşmektedir. Ancak
romantik düşünürler, devrimin bir süre sonra toplumda belirli kırılmalara sebep olduğunu,
materyalist ve pragmatist anlayışı yükselttiğini ve en baştaki ideallerinden uzaklaştığını fark
etmiş ve bu sebeple de hem devrime hem de cumhuriyet fikrine kuşkuyla yaklaşmaya
başlamışlardır. Romantik düşünürlerin, devrimin ideallerini benimsemesi ve onu
desteklemesi, onların da birer devrimci olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü romantik
düşünce, belirli dönemlerde devletçi ve milliyetçi bir yapı kazansa da, sürekli olarak
yinelediği öznellik vurgusu, onu otoriter düşüncelerden ayrı tutmaktadır.
Romantik düşünce, aydınlanmanın getirdiği materyalist anlayışa ve bu anlayış
bağlamında gelişen doğanın metalaşması durumuna da karşı çıkmaktadır. Dünyayı sadece
maddiyat odaklı düşünen aydınlanmacı ve kapitalist düşünce, romantik düşünce tarafından
bireyin öznel ve sezgisel yönlerini köreltmesi, hatta yok etmesi sebebiyle eleştirilmektedir.
Çünkü romantik düşünce rekabetçi bir toplumu değil, iş birliği içerisindeki bir toplumu
savunmaktadır. Romantik düşünceye göre, ancak böyle bir toplumda yaşayan bireyler, kişisel
çıkarlarını savunmak yerine, toplumdaki diğer bireylerle etkileşim içerisinde olarak
kendilerini geliştirip özgün olabilmektedir.
Özellikle Novalis, aydınlanma düşüncesiyle birlikte ekonominin insan yaşamındaki
belirleyici rolünün arttığına ve bunun kültürel yozlaşmaya sebep olduğuna değinmektedir.
Novalis’e göre, aydınlanmacı dünya anlayışı insanı sürekli olarak ekonomik faaliyetlerin
içinde olmaya zorlayarak kendileri üzerine düşünmesini, kendilerini geliştirmesini ve dünyayı
sezgileri yardımıyla kurmasını engellemektedir. Bu düşünce, yaklaşık elli yıl sonra Karl Marx
(1818-1883) tarafından da benimsenmiş ve Marx bu tespiti geliştirerek tarihsel bir sorunsala
dönüştürmüştür. Bir diğer yandan Friedrich Schlegel, aydınlanma ile birlikte gelen üretim
tekniklerinin insanı insanlıktan çıkardığını ve onu yabancılaştırdığını belirtmektedir.
Böylelikle insanlar, kendilerini insan yapan temel özelliklerinden olan özgünlüklerini, estetik
anlayışlarını, düşünme yeteneklerini ve benliklerini yitirerek, aynılaşmaktadır. Friedrich
Schlegel’in değindiği toplumsal sorunlardan biri de cinsiyet eşitsizliğidir. Kadının ve erkeğin
toplumda eşit haklara sahip olması gerektiğini savunan Friedrich Schlegel, kadının ikincil
konumda olmasının kabul edilemez olduğunu belirtmekte ve evlilik kurumunun, burjuva
ahlâk anlayışının ürünü olan bir denetleme mekanizması olduğunu söylemektedir. Çünkü
Friedrich Schlegel’e göre, cinsellik özneldir ve denetlenemez.
Carl Schmitt (1888-1985), romantik düşünürlere yönelik politik bir eleştiri
yapmaktadır. Schmitt, Alman romantik düşünürlerinin yeterince politik görüşlere sahip
olmadığını hatta apolitik olduklarını söylemektedir. Schmitt’e göre, romantik düşünürler
aslında sanat vurgularını merkeze alan estetik düşünürleridir. Onların tarihi, politikayı ve
ahlâkı estetik açıdan değerlendiren düşünceleri politikadan oldukça uzaktır. Bir diğer yandan,
Alman romantik düşünürlerin, aydınlanma düşüncesine yaptıkları eleştiriler, daha sonra
sistematik bir eleştirinin yolunu açmış ve bu sistematik düşünce Frankfurt Okulu içerisinde
şekillenmiştir. Özellikle Max Horkheimer (1895-1973) ve Theodor W. Adorno (1903-1969)
tarafından 1944’te kaleme alınan Aydınlanmanın Diyalektiği (Dialektik der Aufklärung) adlı
yapıtın, aydınlanma eleştirileri içerisinde bir başyapıt olduğunu söylemek mümkündür. Bu
yapıtta, Horkheimer ve Adorno, aydınlanmanın kendi değerlerine ihanet ettiğini, mitlere karşı
ortaya çıkıp kendisinin de bir mite dönüştüğünü ve en nihayetinde vardığı noktada kendi
kendini imha ettiğini savunmaktadır. Bu iki düşünüre göre, söz konusu bu imhanın iki temel
sebebi vardır. İlki, aklın araçsal kullanımı sonucunda ortaya çıkan yeni egemenlik anlayışının
çoğunluğun azınlık üzerinde tahakküm kurmasına sebep olması, ikincisi ise özne ile doğa
arasındaki ayrımın keskin bir biçimde yapılmasıdır.
Aydınlanma aklı, bilimi ve teknolojiyi öznenin, özne üzerindeki ve doğa üzerindeki
tahakkümü olmak üzere iki biçimde araç olarak kullanmaktadır. Bunun yanında, öznenin özne
üzerindeki tahakkümü aynı zamanda kültür endüstrisi ile kurulmaktadır. Bu açıdan birey,
Alman romantiklerin değindiği gibi sezgilerini, öznelliklerini ve özgünlüklerini yitirmektedir.
Herkes aynı kitapları okumakta, aynı filmleri izlemekte, aynı yemekleri yemekte ve iktidar
tarafından üretilen aynı dünya görüşüne sahip olmaktadır. Öznenin doğa üzerindeki
tahakkümü ise doğayı metalaştırmakta ve insanın doğanın içerisinde olmasına rağmen
doğanın dışında bir özneymiş gibi davranmasına sebep olmaktadır. Bu bakımdan Frankfurt
Okulu, aydınlanma eleştirisi konusunda Alman romantik düşünürlerle birçok düşünceyi
paylaşmaktadır. Onlara göre, insanlık aydınlanma ile kazandıklarının daha fazlasını
yitirmiştir.
Kant sonrasında ortaya çıkan Alman romantik düşüncenin, estetik anlayışa olduğu
kadar politik ve toplumsal sorunlara da katkı yaptığı açıktır. Öyle ki, Alman romantik
düşünürlerin odaklandığı aydınlanma eleştirisi, devrim eleştirisi, bireysellik, özgürlük ve
özgünlük vurgusu, onlardan sonra gelen bütün düşünürleri, olumlu ya da olumsuz bir şekilde
etkilemeyi başarmıştır. Alman romantik düşünürlerin çağdaş politik felsefeye en büyük etkisi,
Frankfurt Okulu üzerinde görülmektedir. Frankfurt Okulu’nda Horkheimer ve Adorno gibi
düşünürler Alman romantik düşünürlerin politik ve toplumsal eleştirilerinden etkilenmiş ve
buradan hareketle kendi eleştirel düşüncelerini oluşturmuşlardır.