Hümeyra Yargıcı & Deniz Schwarzwald

H. Y: Merhabalar, söyleşi davetimize icabet ettiğiniz için teşekkür ederim. Aynı yıl içinde yayımlanan iki kitabınız var: İlki “Hepimiz Öleceğiz auch Katya” isimli romanınız. İkincisi ise  “Bütün Haritaların Dışında” isimli şiir kitabınız. Romanınız “Hiç değilse taşın ve sözün sürekliliği kaldı bize.” diye başlıyor. Bu cümle şiir kitabınızdaki “Poesia e Liberta” şiirinde de geçiyor. Bahsettiğiniz “ süreklilik”  var olma isteği ya da geleceğe kalma arzusu mu?

D. S: Merhaba. Evet, aynı yıl içerisinde çıkan iki kitap ama birkaç yılın sonunda aynı yıl. 2024’tü sanırım ve şuan 2025’in sonlarındayız. 2026 yılında iki şiir dosyam daha yayımlanacak. 2027 ile ilgili bir fikrim yok. 2028 yılında bir romanım daha yayımlanabilir kafamdaki şeyleri iyi motive olarak yazabilirsem. 2029 yılında bir şiir kitabı daha ama bu defa Almanca. 2030 yılında dinlenmek istiyorum ama bu yine mümkün olmayacak ve kendimi yine bir şeyler yazma uğraşında bulacağım. 2031 yılında canım yine çok sıkılmış olacak. 2032 yılında her şeye yeniden başlamak isteyebilirim yani sıfırdan. 2033 yılında ne yapacağımı bilmiyorum ama düşünürsem bulabilirim. 2034 yılından sonra yine yaşayabilirim. Ama bahsettiğim süreklilik bunlar değil. Ama bunlar da içinde küçücük bir parça olarak. Her zaman şimdiyi merak ettim ve şimdiye talip oldum. Geleceğe kalma arzumu yaşlılığıma bırakıyorum. Sürekli bir ben’le tanışıyorum.  

H. Y: Biyografinizde kendinizi “kendine has bir diaspora edebiyatı” içerisinde konumlandırmaktasınız. Bu noktada “Evrensel, bir fantezidir.” diyen Ben Lerner’e katılır mısınız?

D. S: OMG! Biyografileeerrrr ve mezar taşları. Evet, bu ikisi de evrensel bir fantazidir. “Kendime has bir diaspora edebiyatı” dediğimde aslında konumum kendim olmuyor mu? Birey değil ‘ben’. Diaspora toplumsal bir ifade olsa bile kendi diasporamı yani kendi içimde kendilerimden bir toplumu ifade ediyor da olabilirim. Evet, böylesi daha doğru ve seviyeli. Çünkü ben evrensel bir seviyeye de inemem. Fantezi kurarım ama o ayrı. 

H. Y: ” Şairdim. gitmekten başka bir şey gelmedi elimden.” dizeleriniz “Şiirin bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.” cümlesiyle buluştu benim zihnimde. “Bütün Haritaların Dışında” olmak, aidiyetsizliği mi vurguluyor? 

D. S: En basit hâliyle evet. Ve yine en basit hâliyle hayır da. Şiiri kişi ve aidiyet duygusu üzerinden mi götürmeliyiz? “Melekler Almanca rüya görürler” ile “Ne mutlu Türk’üm diyene” arasında bir şeyler gibi şeyler mi benim durumum? Hayır, katiyen! Benim şiirim, benim dilim, benim hayatım aidiyetin dışında ya da içinde bir mevzu değil ki. 

H.Y: “Her şeyi bildiklerimiz üzerinden ifade etmeye çalışıyoruz. Bu sebepten bazı filozofları ve şairleri anlamıyoruz.” diyor roman kahramanınız. “Aslında kimsenin adı yok. Aslında hep sıfatlarla ya da ona benzer şeylerle karşılığımızı bulduk sanıyoruz ama hepsi pek yetersiz. İsmini bulman yetersiz.” şeklinde devam ediyor başka bir sayfada.  Kalabalıkların kendi dilini dayattığı yerde “Sonu yok her şeye bir ad vermenin.” diyen P. Celan’a katılır mısınız? Şair “adlandırma”lara karşı çıkarak mı kurar evrenini, ifade edilmek tutsak edilmek midir? 

D.S: Paul Celan’a her zaman katılırım. O da bana katılırdı muhtemelen. Ama hatırladığım kadarıyla o bir isim manyağıydı. Milyon isim bilirdi ve yüzlerce isim kendi türetti. Ben öyle değilim. İsimlerin imkânsız olduğunu biliyorum çünkü. Bir şeye bir yakıştırma yapmak ya da bir şeyi belirlemek amaçlı kelime ile işaretlemek benim için çok da ufuk açıcı ya da perde yırtıcı bir şey değil. Çok fazla değil’li cümle kullanmak da istemiyorum. Yani istediğim şey dilin üstünde bir ifade. Düşüncelerimi dilin sınırlarına sokmak değil de şiirimi düşüncelerin, hayallerin, saçmalıkların, fantazilerin sınırsızlığına ulaştırabilmek. Tanrı’ya yaklaştık mı? Yoksa hâlâ işe yaramaz halk ile birlikte mucize mi bekliyoruz?

H.Y: Romanınızda yaşamak ıstıraplı bir iş olarak aktarılıyor:

 “Şimdi bu hayatla ne yapmak istediğine bir karar vermelisin.”

“Yaşam aslında korkunç bir incinmedir ve bundan kurtuluşun tek yolu da ölümdür.” 

“İnsan toplumu, gerçekten de düşünülebilecek en büyük cinayet alanıdır.”

Şiir kitabınızda ise sadece “sanki yaşamak yüzümüze kan sıçratmış.” dizesi bile yukarıdaki cümlelerle örtüşüyor. Her iki eserinizde de “ağrılı bir yaşamak” atmosferi var. Yıkılan bir şehre uzaktan bakar gibi hissettiriyor, ne dersiniz? 

D. S: Yıkılan bir şehre uzaktan bakan biri gibi hissediyorsanız güzel. O şehrin yıkılmasının etkeni siz gibi hissediyorsanız bu daha da uygun. 

Hannibal’ın şehri Kartaca’nın Romalılar tarafında yakılıp yıkılmasına karşılık Roma’nın yakılıp yıkılmasını dilemişizdir hepimiz. Hiroşima’ya atılan bomba sonrasında New York’u yok etmek isterdim ben şahsen. Ya da Gazze’nin yerle bir edilmesine karşılık Tel Aviv’de taş üstünde taş bırakmazdım. Bunlar çok genel bilinenler ama yaşam belki de sonsuz küçük yaşanmışlıklarla dolu ve biz yaşamak zorundayız.  

H.Y: “Zaman”; metafor, imge ve mesele olarak her iki kitabınızda da farklı düzlemde defalarca yer alıyor. Roman kahramanınız için zaman bir taraftan önceden belirlenmiş dilimler hâlinde işlerken bir taraftan da aşkın uzamında, “yirmi yıl evinden çıkmamış Dickinson” gibi farklı boyutta işliyor. Yetişmeye değil de gecikmeye yazgılıymış gibi. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Şiirin içinde kalarak hayatı kavramaya çalışmanın zaman algısıyla ilişkisi sizce nedir?

D.S: Zamana hâkim olmayı isteriz ya bazen hatta rüyalarımızdaki zaman/zamansızlık bizi şaşırtır. Hani derler ya birkaç saniyede olan bir durumdur rüya, diye. İşte şiirde de durum aynı. Zaman şiirde çok yavaşlar. “Uzay zaman” gibi “şiir zaman” da vardır. Bunu bilerek eserleri okumakta fayda var. 

H.Y: ”Hâlâ çocukların katledildiği ve insan etinin yendiği/bir topluluktan değiliz.”   reddiyesi ile “duvarlarda unutmak yaşayan” bir dünyayı açıklamaktan korktuğu için mi “ şairler tanrı olmak ister” ? 

D.S: Hayır. Yukarıda da bahsettiğim gibi şairler gazap sahibi olmak isterler. Çünkü onlar o topluluklardan değildir ve o toplulukları helak edecek bir imkân isterler. Bu korku değil cesaret işidir. Çünkü konforlu alanın pasifliğinde yaşayamam. 

H.Y: Dil bilmenin ve farklı bir ülkede yaşamanın şiirinize etkisi nedir? “Yeni açılımlara fırsat oluşturmaya çalıştığınızı” belirtmişsiniz biyografinizde. Bunu biraz açabilir misiniz? 

D.S: Biyografim yazdıklarım kadar ilgi çekiciydi sanırım ki öyle de olması gerekir. Sonuçta o da benim bir eserim.
Evet, Almanca’nın, Alman edebiyatının bende etkisi gerçekten çok fazla. İmkânlarımı genişletiyor. İki kişi gibi hissediyorum kendimi ve iki kişinin bakış açısı ile bir şeyleri daha farklı algılayabiliyorum. Buna okumalar, yaşayışlar da dâhil. Sürekli merak ediyorum ve sürekli öğreniyorum. 

H.Y: “teknolojinin çok ilerleyip aklımızı iç ettiği”, “ herkesin köleliğini alkışladığı” bu çağda  “şairler bunlarla ilgilenmedi…. / kategorik düzen her şeyi ele geçirene dek” dizelerinizden hareketle sormak istiyorum: Şair için günün aktüalitesi mi, zamanın kayıtlarını aşmak mı, hepsi ya da hiçbiri mi?

D.S: Evet! Hayır! Belki.. demek geldi içimden ama saçma bir cevap olurdu. Kısaca bir şeyler söylemek istiyorum bu soruya çünkü uzattıkça tadım kaçacak: “şair her şeyi aşmak zorunda olan kişidir ve bu zorunluluk ile tükenebilir.” 

H.Y: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? 

D. S: “Var ama yazmayı tercih ederim ve çok uzun. Söylemeye çalışmak demek beyinde sürekli bir şeyleri dolaştırmak zorunda olmak demek benim için ve söyledim oldu bitti de olmuyor, söylenilen sözler de sürekli beynimde dönüyor. Bu da hep kâbuslarımı tetikliyor. Bir şeyi söyleyebilene kadar neler çektiğimi belki anlarsınız. Neyse ki yazabiliyorum yoksa hâlim nice olurdu?” diyerek aslında ‘son olarak söylemek istediğim bir şey’ düşüncesini savuşturmuş oldum. 

Kafam birazcık rahat ve yapacak çok planlarım var. 

Belki bir gün konuşabilirim de.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir