Hümeyra Yargıcı & Muhammet Durmuş

H. Y: Merhabalar, öncelikle son kitabınız “Margo” hayırlı olsun. İki şiir kitabından sonra gelen bir öykü kitabı. “Şiirlerimde sustuğumu romanlarımda ve hikâyelerimde anlattım.” diyor Tanpınar. Katılır mısınız? 

M. D: Merhaba. Teşekkür ediyorum.

Sustuklarım diyemem. Öykü de başka bir izah yoludur. Bazı durumların ve olayların potansiyel muhatap kitlesini genişletmek istedim. Bekleyişler Kitabı’ndaki “Zorba” şiiri Margo’daki “Sarı Turnam” öyküsüdür. Marlboro’daki “Süt ve Sigara” Margo’daki Vietnam’dan başkası değildir. Yani bu kitap özelinde katılıyorum diyemem. Lâkin teorik olarak bakınca pekâlâ mümkün.

H. Y: Öykülerinizde  rahat, samimi, mizahı ve ironiyi de es geçmeyen bir dil kullanmışsınız. İnsan hâllerini sahici bir şekilde aktaran bu öyküler okurunu da kendi kişisel tarihine gönderiyor zaman zaman. Kurgularınızın dinamikleri sizin için nasıl bir süreçte işliyor?

M. D: Temelde gerçekliğin bir parçasını esas almak edebi eserler için kaçınılmazdır sanıyorum. Gerçeklikten filizlenen her eser, okura selam verip odaya öyle girer diyebiliriz. Ardından muhabbet başlar.

Bir an, bir cümle, bir sekans, bir olay, bir fotoğraf ya da bir davranış her ne ise realiteden alıp öyküye koyunca öncesinde yahut devamında ne olursa bu hem yaşanabilir hem de dinlemesi, okuması keyifli olur diye düşünmeye başlıyorum. Bir kahvede veya dolmuşta konuşan birine denk gelsem kulak kesilir miyim diye soruyorum kendime. Sonra öykü ortaya çıkmaya başlıyor. Fakat sonunu düşünmüyorum. Bakalım nerede bitecek öyküsü oluyor genellikle.

H. Y: İkinci şiir kitabınız “Marlboro Sparrıng Marlboro” ya başlarken “Üslûbumu değiştirmek istedim. Ne gönlüm ne de zihnim tatmin oluyordu artık. Kullandığım dil izah için yeterli değildi.” diyorsunuz. Şiirde dil, sözden rol çalar mı? Dilin şaire yetmediği bir yerden mi söz ediyorsunuz yoksa kendisini bir şeyin ustası sanmanın yitip gitmeyi doğurabileceğine dair bir kaygı mı bu?

M. D: İyi bir nokta yakalamışsınız. Artık alelade şeyleri bile Bekleyişler’deki üsluba uydurup kurabiliyordum kafamda. Çok kolaydı benim için o şekilde yazmak. Sanırım sonsuza kadar devam edebilirdim. Bu da kaçınılmaz olarak bir noktada zihnin kendini öğütmesine dönecek bir süreç oluşturuyor. Tatmin olmuyordum. Keyif alamıyordum. Merhaba demek gibiydi biraz da. Şiir benim için gündelik dil seviyesinde bir rutine dönecekti. Yoksa dil şaire yeter. Çünkü dilin imkânları yalnızca bildiğimiz kelimelerden ibaret değildir. Buna dair birkaç örnek vardır Marlboro’da.

H. Y: ”Bekleyişler Kitabı”nda “ayna” imgesi birçok şiirde tekrar ediyor. Geçmişten bu yana pek çok şairce de kullanılan bu imge sizce şairin hayata, nesnelere, kendiliğine bakışında zamansal bir uzama mı tekabül ediyor, zamandan memnun olmayan bir belleği mi imliyor?

M. D: Aynanın hayatımda pek yeri yoktur oysa. Evet. Bu tekrarın farkındayım. Sanıyorum ki o zamanlar hayatı aynadaki ben yaşıyordu. Ben değildim. Bana en yakın biriydi. Benzerimdi. Benimle yapıp edendi. Fakat ben değildim. Bu bir hayatsa yansımamın hayatı olabilirdi. Zihnimdeki ben ve benim hayatıma benzemiyordu ne olanlar ne de yüzüm, bedenim. 

Kitabı çıkarınca üstüme abanmaktan çekildi bu durum. Seyreldi. Başka bir hayata döndüm.

H. Y: Edebiyatımızda birçok alanda eser veren fakat yine de öncelikle “şair” kimliği ile anılan isimler var. Sizin için de şairlik “asıl” olan mıdır? Şairliğinizi bir üst kimlik olarak tanımlıyor musunuz?

M. D: Yatağını bulunca akan bir suyum ve gelip geçen insanlardan biriyim.

H. Y: Şiirin okurun zihninde yeni bir bellek yaratabileceğine ve okurunu kendi unutulmuş alanlarına da çekebileceğine inanıyor musunuz? Okur sizin için ne ifade ediyor?

M. D: Sanatın böyle bir imkânı var. Dilin. Bu hem çok şaşırtıcı hem de oldukça ürkütücü. Unutulmuş alandan öte, deneyime açık olan bir şiir okurunu paçasından tutup okyanus altına çekebilecek bir gücü var şiirin. Hiç yaşanmamış alana. Bir duygu simülasyonuna. Belki bir boğuluş belki de bir balık gibi yaşama tecrübesine.

En iyi okurum olarak kendimi görüyorum. Sanki kendime bir raf diziyorum yıllar içinde dönüp okuyayım diye. Nadir de olsa geri dönüşler oluyor. Şu dize, şu şiir… Kendi hayatından yahut düşünce dünyasından karşılık bulup da yazan birkaç kişi oluyor. Kendimi direkt bir duygudaşlığın içinde buluyorum. Halihazırda bir arkadaşlığın. Sanki geçmişte bazı anları birlikte yaşamışız gibi oluyor. Sonradan, geçmişe hayali anılar eklemek gibi. Bunu çokça yaşamak isterdim. Gerçekleşmeyeceğine emin olsam da. 

H. Y: Birinci kitabınızda “yara” imgesi ve “yara”yı çağrıştıran kelimelerin tekrar ettiğini fark ettim. Bu tekrarlayış “Sparrıng Sparrıng” şiirine bir hazırlık mıydı?

M. D: Yırtılan yere yama vurarak devam ettiğimizde, nihayet yamalardan mürekkep bir giysiye varıyoruz. Sanki onda hiç yama yokmuş da o şekilde üretilmiş gibi.

Bilmiyorum. Sanırım bütün hazırlıklar daima yeni bir hayal kırıklığınadır.

H.Y: Eserlerinizde ve özellikle “Marlboro Sparrıng Marlboro” da farklı sanat dallarına göndermeler var. Müzik ve sinema bunların başında geliyor. Resim, müzik, şiir gibi sanatlar arasındaki tedahül; bu sanatları ya da şiiri mahiyetinden koparmaya kadar gider mi? Bu bağlamda eklemek istiyorum: Müzisyenin ve şairin “yaratma”sı birbirine benzer mi? “Müzik acılar içinde yaşayan insana tanrıların bir armağanı” ise şiir de böyle midir?

M. D: Bütün yaratmalar birbirine benzer. Bir yönden bile olsa yakalar birbirini. Ve yine bütün yaratmalar eninde sonunda kendine dönmesi içindir, yaratanın. Bir bumerang. Sanırım tanrı da bu yüzden yaratmayı bir türlü bırakamıyor. Bıraktığı anda kendinden vazgeçecek çünkü. Varlığına es verecek. Bu insan için tabii ki bu denli değil lâkin kimi anlar böylesi hissiyatlarla doludur.

Bu tabloyu yazmış olmak isterdim. Bu müziği. Kendimi böyle şeyler söylerken, dilerken buluyorum. Keşkeler kurunca içimde bir eser, kendine çoktan bir oyuk açmış oluyor. Şunun bana hissettirdiği şeyi anlatabilecek bir dizem olsaydı diyorum. İçimde ufaktan da olsa o da benim şiirlerimi severdi diye geçiyor; bir ressam veya müzisyen için.

H. Y: İnsanlar imajlar içinde yaşamaya zorlanırken şiir; görsel fantezileri yansıtmalı mı yoksa yadsımalı mı? Neden?

M. D: İmajlar içinde yaşayamayacak kadar realitenin ortasındayız. Buna ben de dahilim. Zaman zaman kaçabiliyorum ve başka bir dünya mümkün diyorum fakat döndüğüm yer aynı.

Şairi karar versin, şiir okuru talep yahut ret etsin. Akademi ortaya zıt fikirler koysun ve tartışsın. Bilmiyorum.

H. Y:“Diyaloji anne karnında başlar./Din ne söylüyor: Mümin, şairden geridir.” dediğiniz yerde şiirin insanın gerçekliği ile oynadığı nokta, insanın kendi “ben”inden vazgeçtiği nokta mıdır? Şair “ben” inin inisiyatifi “Ben bütün hüzünleri denemiştim kendimde” diyen şaire mi, yoksa “Beni sorma bana bende değilim/ Sûretim boş gezer dondan içeri” diyen şaire mi yaklaşır? 

M. D: Mümin kendini tanrısına adıyor, şairin kime yahut neye adadığı meçhul. Hem bir yitiş hem de bir buluş ümidi. Hem arayış hem de bir inkâr tedirginliği. Kavramlar yanlış yerde konumlanıyor şairde. Çember kırılıyor. Boşluklu bir çember vaadinden öteye geçemiyor. Eslerle dolu bir tekâmül, var olanın değil var olmayanın sürekliliğini yansıtıyor. Onun yankısını yürütüyor zamanda. Bir es geri kalan binlerce sesin üzerinden aşıp koşmayı bilirken binlerce ses bir ese takılıp devriliyor. Müminin gözü ileride, hedefte. Şair ne yana baksa boşluk. Saklanacak bir yer yok lâkin ne yana baksa kayboluş. Yitiş.

H. Y: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

M. D:Elbisemi diktiğimde balo sona ermişti çoktan.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir