
Hümeyra Yargıcı: Sevgili Nihan, böyle istediğin için “sen” diye hitap ediyorum. “Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir, ben uğraştım.” diyen üstadımız Ömer Seyfettin’i anarak ilk sorumu yöneltmek istiyorum: Edebiyatla neden uğraşıyorsun? Sence edebiyat, özelde hikâye sesini yitirmişlerin bu dünyadaki yankısı olabilir mi?
Nihan Özebeoğlu: Canımın canı, çok kıymetli Hümeyra Hoca’m böylesine muazzam bir girişe mazhar olmak bendenizi çok mutlu etti. Muzır bir hâlde tebessüm ediyorum şu an. Her şey bir yana, Ömer Seyfettin gibi bir üstatların üstadıyla aynı soru işaretine sahip olmak bile çokça gurur verici. Ki, bunu bir çuval soru işaretine sahip olan, kafası hep karışık, hikâyeleri hep yarım, yarımları da hep hikâye olan ben olarak söylüyorum. Yahu bir de “sen” diyeceksin tabii ki. Bırakalım eller “sizli bizli” olsun. Bize yakışanı “senli benli” olanı. Bu sorunun ne yazık ki rasyonel bir yanıtı yok. Zaten, edebiyatla uğraşmak, özellikle günümüz Türkiye’sinde mantık barındırmayan bir durum. Cevaba ilişkin de şöyle şeyler var sanırım zihnimde. Ben kelimelerle oyun hamuruyla oynar gibi oynayıp her defasında yeni bir cisim meydana getirmeyi seviyorum. Yazdıklarım yoluyla anılmayı seviyorum, bu yolla hiç ölmeyecek olmayı seviyorum. Bir de sanırım tek bir hayatla tek bir kimliği yeterli bulmuyorum. Edebiyat bana çoklu kişilik kostümü giydiriyor ve bunu yaparken de ipleri elime veriyor. Daha ne olsun cancağızım?
H.Y: ”seni dinleyen birileri olmalı/ çünkü beni yok” diyor şair. Hikâye anlatmak, hikâye yazmak “birileri bizi dinlesin” için midir?
N. Ö: Evet kesinlikle evet. En samimi halimle söylüyorum. İnsanoğlu olarak biri bizi dinlesin, dikkatini bize versin de gayrısını göremesin diye ölüp bitiyoruz. Değerli hissetmek için en iyi bildiğimiz alanda seksek oynanıp duruyoruz işte. Kareler siliniyor, biz tebeşirle sil baştan yazıyoruz. Yazıyoruz, kareler siliniyor. Böylesine kısır ve de böylesine muazzam bir döngü. Öte yandan, hikâyecilik biz Türklerde kadim bir gelenek malumunuz. Sözle aktarıyoruz yüzyıllardır. Aynı şekilde, peygamber kıssalarını da çok kıymetli bulmuşumdur edebi açıdan. En eski ve kutsal insanlık metinleri.
H. Y: Kitaptaki hikâyeler yakın tarihte, özellikle 90’lı yıllarda geçiyor. Kayıt dışı bir tarih, bir dönem anlatısı aynı zamanda. Özellikle buraya yoğunlaşmanda “Âhiri hep doksanlı yıllar, hep fıstıkî tebessümler…” , “ Onlar çocukluk, onlar beyaz griler, onlar hayatın toksik olmayan artıkları…” diyen kahramanlarının çentik attığı ve kişisel tarihine denk düşen bir “unutulamayacak olanlar” listesi oluşturmak düşüncesi de var mıydı?
N. Ö: Vardı evet. Yeni yeni farkına varıyorum. Ben hikâye yazarak, en çok da kendi çocukluk kahramanlarımı anlatarak, muzip bir doksanlar ansiklopedisi oluşturmak istedim sanırım. Az kederli, bol neşeli bir ansiklopedi. En çok da okuru derinden acıtmayan, anımsarken kahretmeyen bir doksanlar ansiklopedisi. Hayat zaten yeterince acıtıyor malumunuz. Yeri yaralara hiç gerek yok kanaatindeyim.
H. Y: Hikâyelerinde eğlenceli bir dil, yoğun bir mizah hâkim. Ve mizahın dozu çok iyi ayarlanmış. Erol Tanrıbuyurdu’nun bir makalesinde şöyle bir tespit vardı: “Krallar, generaller, papazlar, diktatörler, şehir merkezleri, büyük meydanlar ve ana caddeler gülmez. Onlar ağırbaşlı, asık suratlı, soğuk ve düşünceli görünür. Peki, ama kim güler? Arka mahalleler, ara sokaklar, pazar yerleri, ev hanımları, pazarcılar ve çocuklar güler. Hem de kahkahalarla…” Senin kahramanların da sıradan insanlar ve bütün zorluklara karşın bir neş’eyi de gezdiriyorlar hikâyelerin içinde. Bu; bastırılmış ve sınır çizilmiş her şeye bir tepki mi aynı zamanda? İzninle bu bağlamda bir soru daha eklemek isterim. “Yeryüzündeki insan miktarınca hüzün savma yöntemi mevcuttur.” cümlesi geçiyor kitapta. Mizah, bir hüzün sayma yöntemi de sayılabilir mi?
N. Ö: Aynen öyle kıymetli şairim. Ben ömrümce katı sınırlardan, katı kalplerden ve “asla” ile başlayıp “katiyen” ile devam eden koyu kara cümlelerden hazzetmedim. Beşer dediğinin aslı ruhtan ibaret. Ruh da bir avuç miktarı ışık huzmesi demek. Böylesine özenli ve sanatla inşa edilmiş bir varlık isli sınırlar çizmemeli kendine. Hayat çok esnek ve hepimiz için her şey mümkün. Diğer soruya geçiyorum. Mizah yapmak benim en ciddi antikor salgılama biçimim. Mizah bir direniş biçimi, hayatta kalma yöntemi, ölmeme yolu. Ve son olarak bence en ciddi aynı zamanda da ciddiyetsiz zekâ belirtisi. Kaç insanda var ki sahici bir entelektüel neşe?
H. Y: Clive Barker’dan bir alıntı yaparak sorumu kurmak istiyorum: “…öykümüzün gerisi anlatılmadan bırakılmıştır. Bu serüven bize çeşitli zorluklar çıkarıyor. Nasıl başka türlü olabilirdi ki? Sonuç bölümü olmadan, daha önce olanları, yani yaşamımız dediğimiz bu şeyi nasıl anlamlandırmalıyız? Bunun için kendi öykülerimizi kuruyoruz.” Hikâyelerindeki bütün o kadınlar; benzerine asla rastlayamayacağımız Afife Bahtışen’ler; Ayşe, Fatma, Hayriye Teyzeler; Mukadder, Münevver, Zübeyde Hanım Teyzeler; kendi öykülerini kuran kadınlar aynı zamanda. Yaşlılıktan korkmayan, yaşanmışlıklarını bilgeliğe dönüştüren ve bu yüzden nevi şahsına münhasır kadınlar. Üstelik kalabalık içinde bunu yapan kadınlar. “Bireyselliğin sistemli bir biçimde putlaştırıldığı günümüzde, bireyselleşmeye sadece genel olanla özdeşleştiğimizde izin verildiğini” söyleyen Adorno’ya katılıyor musun? Günümüzde yaş almış, dizinin dibine oturacağımız böyle kadınların “yok” denecek kadar azalması kimsenin “yaşlı” diye anılmak istememesi kendi öykülerimizi kurmaya engel mi?
N. Ö: Mükemmel soru Hümeyra hocam. Önce senin sonra da sorunun önünde hürmetle eğiliyorum. Ben de tıpkı benim kadınlarım gibi yaşlanmaktan korkmuyorum ve tek tipliğe bütün ruhumla meydan okuyorum. Kuş olarak dünyaya gelsem pembe robin, kelime olsaydım da nevi şahsına münhasır olurdum sanırım. Dilerim Allah’tan öbür dünyada tüm kadınlarımı yeniden can bulmuş hâlleriyle karşıma getirir. (Bu satırları yazarken hayal ettim ve çok güldüm. Demeden geçemeyeceğim.) Adorno’ya katılmıyorum sanırım. Kendine özgü olma fikri başımın tacı ama egosantrik bir bireyselleşme hayır diye düşünüyorum. Son soruya ilişkin olarak da şükür ki doksanlı yıllarda çocuktum ve çok sayıda muhteşem kadını gözlemleme fırsatım oldu. Bu dönemin öykücüleri olarak paçayı kurtardığımız kanaatindeyim ama bizden sonraki nesil ne yapıp ne eder hiçbir fikir yok. Keyfi estetiklerle dolu suratlar, hepsi birbirinin aynısı kadın bedenleri bende zerre kadar ilhama sebep olmuyor. Hatta, şu günlerde doksanlar bir yana iki binlerin başlarını bile çok çok özlüyorum.
H. Y: 90’lı yıllar aynı zamanda arabesk müziğin yerini yavaş yavaş kendi yıldızlarını, mottolarını ve soundunu oluşturduğu pop müziğe bıraktığı yıllar. Kitabında Sibel Alaş’tan Burak Kut’a, Sezen Aksu’dan Tarkan’a akılda kalıcı nakaratlarıyla birçok pop şarkı zikredilmiş. Arkada kıyafet, saç ve ev eşyalarına kadar dönemin “moda” yönelimleri uzak hatıraların buruk tadıyla akıyor. Simli kartpostallar, kadın günleri, akşam oturmaları, saçları permalı ve leopar desenli kadife eşofmanlı, parlak takunyalı kadınlar… Hemen her hikâyene şarkıların eşlik etmesi, toplumdaki dönüşümü bu yolla vermek istemenden mi kaynaklanıyor?
N. Ö: Bu asıl değil ikincil gayem oldu diye düşünüyorum. Şarkılar benim için çok önemli. Sezen Aksu şarkıları meselâ. Aşkın her hâli, her duygusu için mutlaka bir Sezen bestesi vardır. Yeniden simli kartpostal göndermek içinse çok şey verirdim sanırım. Hem de zarfın ağız kısmını kapamadan.
H. Y: Kurgu oluşturmanın dinamikleri senin için nasıl işliyor?
N. Ö: İlhama çok inanıyorum ama işin aslının istikrarlı yazmak olduğuna inanıyorum. İstemli ya da istemsiz kulağıma çalınan mizahi durumlar olunca, vaktini bulunca ya da vakti gelince yazıyorum. Çok üzülünce de yazarım. Yazınca geçiyor. Ben değil de başkası yaşamış gibi olunca daha az acıyor sanırım. Haşlanmış brokoliyi yiyemeyince sarımsaklı yoğurda sarılmak gibi düşünebiliriz.
H. Y: “Yazmayı bilmek için okumayı da bilmek gerekir.” diyor ya Guy Depord. Sence de öyle mi?
N. Ö: Tabii ki. Bu sorunun cevabı sonsuz adet evet. Eskileri, yenileri, çağdaşları ve klasikleri su içer gibi kana kana okuyacağız. Kanmaktan kastım fevri okumak değil de hakkını vererek, kitaba kanarak okumak.
H. Y: “Okurun elinde de silahlar vardır; unutmak, eksik hatırlamak, yanlış hatırlamak, başka okuduklarıyla harmanlayarak hatırlamak… Kendine verilenlerden kendi hikâyesini kurgulamak.” diyor, Sırma Köksal “ Okumanın Hâlleri”nde. Senin için okur ne ifade ediyor?
N. Ö: Okur benim için arka sırada kikirdeştiğim sıra arkadaşım demek. Öğretmen kızıyor, susar gibi yapıyoruz ama dediğim gibi çaktırmadan gülüşmeye devam ediyoruz. Tabii ki burada yine entelektüel neşe devreye giriyor. Hem unutsun hem de hiç unutmasın beni okurum. Unutsun ki yeni hikâyelerimle yeniden daha önce hiç gelmemişim gibi geleyim ona. Hiç mi hiç unutmasın ki kendime göğün yedinci katında bir taht kurayım. Aciz nefsimi nimetten sayayım. Yazarlık bir parça da ikili delilik sanırım. Kendimden korkmadım değil.
H. Y: Taşrada kendi şehrinin tarihini de kayıt altına alıyor hikâyelerin. “Bir şehirde muayyen bir çağa âit olmak keyfiyetini” kuvvetli bulan Tanpınar’a katılıyor musun?
N. Ö: Katılmaz olur muyum? Benim şehrim sevdiceğine sevdiğini sıklıkla söylemeyen, hafiften orta yaşlı amma bir o kadar da kalender ve kadim bir eş gibi. Ben bana sevdiğini itiraf etsin dedikçe on adım öteye kaçıyor. Fakat ben de gidiyorum deyince belimden sarıldığı gibi göğsüne basıyor. Çam ağaçlarıyla yaylaları da olmasa anlamayacağım bende gönlü olduğunu.
H. Y: Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?
N. Ö: Sevgili Hümeyra Yargıcı sorularına muhatap olmak ne büyük şeref. Ahbaplığımız daim olsun. Yolunuz yolumuzdur. Yüz yüze de gelebilmek temennisiyle. Allah’a emanet olun. Neşeniz ve huzurunuz daim olsun. Daimîlik mühim.
