Rus Şair Marina Tsvetaeva, 1892 yılında Moskova’da dünyaya gelmiştir. Marina, tam anlamıyla gözlerini sanata açmıştı. Babası Güzel Sanatları Müzesi’nin kurucusu olan bir profesör ve o yalnızca 14 yaşındayken tüberküloz dolayısıyla vefat eden annesi bir piyanocuydu. Marina 18 yaşındayken “Akşam Albümü” isimli ilk şiir kitabını yayımlamış, edebiyat dünyasına ilk adımını bu şekilde atmıştı. Onun talihsizliği, diğer birçok Rus sanatçı gibi Rusya’nın çalkantılı dönemlerinde sanatını icra ediyor olmaya çalışmasıydı.
1912 yılında tıpkı kendisi gibi Rus bir şair olan Sergei Efron ile evlendi. İkisi kız olmak üzere üç çocukları dünyaya geldi. Eşi Sergei Bolşeviklere karşı savaşan Beyaz Ordu’ya katılmış, Rus İç Savaşı esnasında savaş faaliyetleri göstermişti ancak Rusya’nın korkunç kıtlığından o da nasibini almış, çocuklarına yeterli bakımı gösteremediğinden onları bir yetimhaneye bırakmak zorunda kalmıştı. Yetimhane yıllarında beslenme eksikliğinden dolayı küçük kızı yaşamını kaybetmiş, bu olay şairin şiirlerinde ve kalan yaşamında onun için neredeyse bir dönüm noktası haline gelmişti. Kızının vefatından üç yıl sonra Berlin’e, orada da üç yıl yaşadıktan sonra Paris’e yerleşen şair ve ailesi yaşamlarını kıtlık içinde sürdürmüş, bu esnada da şairin eşi Sergei Efron Sovyet Gizli Servisleri için çalışmıştı. Şair Paris’te olduğu süre boyunca orada önemli yerlerde rol alan Rus Göçmen Topluluğu’ndan da dışlanmış, orada geçirdiği yıllarını da yalnızlığın pençesinde harcamıştı.
Tüm bu sürgün yıllarında onu ayakta tutan şeyler şiiri ve sürekli mektuplaştığı dostları Rainer Maria Rilke ve Boris Pesternak’dı. Sürgün yıllarının ardından şair 1939 yılında Sovyet Rusya’ya döner ancak hayatının hiçbir sahnesinden hüznün ve güçlüğün eksik olmadığı Marina’yı burada da talihsiz olaylar silsilesi karşılar. Eşi Sergei idam edilmiş, hayatta kalan kızı ise bir çalışma kampına gönderilmiştir. Marina burada yalnızca 1941 yılına kadar yaşayabilir, ardından ise Tataristan’ın Yelabuga şehrine sürgün kararı çıkar. Bu kararın ardından Boris Pesternak dostu Marina’nın bavulunu bir iple bağlar. Dostunun bağladığı bu ip ise 31 Ağustos 1941 tarihinde Marina’nın kendini astığı ip olmuştur.
Bu yazımda Marina Tsvetaeva’yı ve sanatını daha yakından tanımak açısından, Alyssa W. Dinega tarafından Marina Tsvetaeva’nın hayatını ve şiirsel düşünce dünyasını incelemek adına yazılmış “Bir Rus Ruh Hali: “Marina Tsvetaeva’nın Şiirsel Zihni” kitabından bir bölümün çevirisine de yer vermek istiyorum.
“Bir kadının büyük bir şair, ilham almış bir şair, trajik bir şair, bir deha şairi olması ne anlama gelir? Bu, yanıltıcı derecede basit bir soru olup, cinsiyetle ilgili meselelerin çok ötesinde; dil, imgeler, biçim, tür, estetik, mitopoetik, metafizik, etik gibi konulara dair çok çeşitli cevaplara sahip olan bir sorudur. Gerçekten de feminist eleştiri sıklıkla ‘‘deha’’ kategorisinin doğası gereği sorunlu olduğunu öne sürmüştür zira bu kategori(içsel olarak) erkek şairin yer aldığı Romantik bir mitolojiden türetilmiştir ve bu nedenle kadınların edebi kanona dahil edilmesini engeller. Açıkça söylemek gerekirse burada tartışılan mesele bir kadın yazarın parlaklık sergileyebilme olasılığı değil; daha çok erkek dehasına atfedilen ilham verici mitlerin, onun kadın ilham perisi ya da Robert Graves’in ‘‘Beyaz Tanrıça’’ olarak adlandırdığı figür tarafından ziyaret edilmesi gibi mitlerin ‘‘o’’nun bir kız olduğu durumu mümkün kılmıyor oluşudur. Rus edebiyatına bakıldığında bu soruya verilebilecek en cesur ve önemli cevabı getiren şairin Marina Tsvetaeva olduğu düşünülebilir çünkü yeteneğin olağanüstü gücüne ve hayatının trajedisine rağmen genellikle şair olarak kabul edilen kadın imgesine uyum sağlamakta olan Akhmatova’nın aksine, şair kadın sınırlarını Tsataeva çok fazla genişletmiş, edebiyatında bu sınırları çok geride bırakmıştır. Tüm bu sınırların aksine o, hayatını ve muhteşem eserlerini bir kadının saf, cinsiyet sınırları olmadan, insani büyüklük statüsüne nasıl ulaşabileceğini göstermeye adamıştır. Bu şair için cinsiyet, temelinde negatif bir kavramdır. Kadınların belirli güç ve yeteneklerini takdir etseler de temel olarak kadınlık, onun için şiirle uyumsuzdur. (…) Şiir ile yaşamı arasında bir ayrım yaratan da tam olarak cinsiyetidir. Cinsiyet, onun bu alanda varlığının temel faktörü olup, hayat ve şiir ne kadar ayrılırsa ayrılsın bu iki alanın asla uyuşmayacağını gösteren şeydir ancak aynı zamanda ne kadar denerse denesin ikisini birbirinden tamamen ayırıp, birini benimsemeyi de beceremez. Çünkü farkına varır ki yaşam, şiirin hammaddesidir. Şiirsiz yaşam, tek başına boğucu olur. Bu kitabım Tsataeva’nın bu kadınsal şiirsel çıkmazıyla ilgili çeşitli çözümlerine göz atabilmektir. Bu çıkmazın sosyolojik, kültürel, edebi ve tarihsel nedenleri hiçbir şekilde beni ilgilendiren birincil şeyler değildir. Bu ayrım durumu yalnızca var olan ve Tsataeva’nın düşündüğü, hissettiği ya da yazdığı her şeyi etkilemiştir. Tsataeva’nın ikilemi, bu ayrımın öncelikle toplumsal değil şiirsel bir sorun olduğunun, metinlerinde bu sorunun belirli bir yönünü bir şiirsel döngüde sürekli sürekli işleyip yeniden yazmasından anlaşılabilir.
(…)
Çalışmalarında kadın şairin çıkmazıyla bağlantılı olarak sıkça kullandığı “ip cambazı” metaforu, bu imkânsız akrobatik şiirsel duruşu açık bir şekilde gösterir. Onun için hayatı, şiirinin ip üzerinde cesurca, bazen aptalca, bazen de ilham verici bir şekilde yürüdüğü; metafizik bir denge oyunu, potansiyel olarak ağır bedelleri ve sonuçları olan bir yol gibidir. Şiirinde, ihlal ve ilahilik arasında, kadınsı bir altüst ediş ve insanî ve şiirsel normların yenilenmesi ile sonunda varlık dışı olan yani hiçbir şeyle ayrılmayan bir ilah derecesine ulaşma arasında ince bir çizgide yürür. Gerçekten de şiirinde hem heyecan verici hem de rahatsız edici bir konum ortaya koyar ve bu konum eleştirel tepkilerin oklarını, ister övgü isterse kınama şeklinde olsun, yazdığı her şeyle eşdeğer bir biçimde kendisine yöneltmiştir. Benim açımdan, Tsvetaeva’nın yazıları tam da edebi geleneğin temel varsayımlarını ve dolaylı yoldan tüm insan normlarını açığa çıkardığı için bu kadar güçlü bir coşku ya da hoşnutsuzlukla karşılanmıştır çünkü ‘‘bütün bilgilerin cinsellikten ve dolayısıyla seksiyelize edilmesinden’’ kaynaklanan bir soruyu gündeme getirmektedir.
Alyssa Dinega’nın kaleminden çıkan bu sözlerden de okuduğumuz gibi Marina Tsvetaeva’nın aslında “geleneksel kadın şair” anlayışına nasıl bir karşı çıkış öne koyduğunu ve aslında neyi amaçladığını görebiliyoruz. Artık bu yazımı Tsvetaeva’nın “Gerçeği Biliyorum” şiirinden bir dörtlük ile sonlandırmak istiyorum.
‘’Ben pek de korkunç bulmuyorum, çünkü sen beni unuttun
Beni sevmediğini
Beni sevmediğini, ama aynı zamanda da sevdiğini biliyorum.
Gerçeği biliyorum ve ben pek de korkunç bulmuyorum.’’
Ellerinize sağlık. Çok güzel bir yazı olmuş. 🍀
Teşekkür ederim! Tüm bildiklerini ben de bilmek istiyorum. Muazzamdı. Ellerine sağlık.