Oğulcan Yiğit Özdemir – Arızî Adımlar

Bir hayvanın kendi olma duygusunun kimimiz üzerindeki imrendirici hallerini konu
edinebilirim. Sahiden de bunu yapmış ne çok yazar vardır. Hayvanlarda noksan olan;
insana vergi biricik olma, olmaya ergime, imrenme duygusu, yanı sıra bu duygudan
kurtulmak istenci ne tuhaf, yer yer ne yaratıcı ve irkiltici. Bilincin huzursuz beşiğinden
kurtulmak isteyen ne çok. Öte yandan bunun mümkün olup olmadığını tartışmıyorum. Bizi
hayvanlardan sözüm ona ayıran o yer yer kalın, yer yer incelen bağırsakvari çizginin
kopmaya teşne uğraklarına merakım. Biraz da bu merakın sebebine dair sorulara henüz
doymadım, cevapları tatmin edici bulamıyorum.

Hayvanlık yapmak deyimindeki kabalık tasviri, kerameti kendisinden menkul bir hayvanlar
alemi tözü sunuyor bize. Kısacası medeniyetin en küçük saldırıda o kendini her daim
beriye, savunma hattına çeken sınır çizgilerini sopasının ucuyla gösteriyor ve diyor: durman
gereken, mahrum kalmaman gereken çıkarların ve zevklerin var. Bunu bil ve ona göre
davran. Ayrıca bu konumdaki tek kişi sen değilsin. Ne yazık medeniyete sınırlar çekiliyor
ama hayvanlar alemi kendi sınırlarını korumayı pek de öğrenemedi, öyle görünüyor ki.
Tufan’dan sonra kalan hayvan sayısı hepinizin malumu, onlar da medeniyetin emrine
verildi. Nuh’un yaşadığı Mezopotamya havalisinde olmayan pek çok hayvan da vardı, belli
ki gemide. Bir yanıyla, başka coğrafyaların hayvanları insanın kaderine bu kadar amade
edilmemişti, belki. Onları hayatta tutan ve çeşitli kılan da bu oldu.

Oysa insanın macerası hep aynı; bir başı, ortası ve sonu var, hangi sırayla olursa olsun. İşte
bu, bizi bilinçli kılıyor. Bizi o doğa yasalarına emanet halimizden çekip alıyor, insanın
yasalarıyla da huzursuz, dizonant bir birliğe dehliyor. İnsan, bu huzursuz halden mülhem
bir garip Hamlet. Bütün toplumsal rollerini ceket asar gibi asmak, gecenin, kambur gecenin
vaktini üstlenmek istiyor ama bir türlü olmuyor. Ne yazık, o gecenin de bir yere gittiği yok.

Devamlı bir yürüyüş düşünüyorum, işte insanın kaderi bu olmaktır. İnsan zavallı bir hata
yapmış, aletler keşfetmiş, çek-senetler yazmış, buharlı pistonları ve atom bombasını tüm
tarihine bakıldığında neredeyse tek celsede keşfetmiş ve bir kıyma makinesine benzer
yarattığı korkulu atmosferde nefes alamaz olmuş, yemyeşil yağmur ormanlarını kapkara
kömür için kesmek istemiştir. Bu edevatın ne kadarının bize, özgürlüğümüz için gerekli
olduğunu bilmiyoruz. Şurası ise kesin, isteksizce bu yeryüzünde attığımız her adım,
arkasında dev bir kibir dağını saklıyor. Hatta şunu denememe izin verin, insanın attığı
adımlar:

  1. Korkuyla
  2. Bilisiz bir cesaretle
  3. Temkinle
  4. Huşuyla
  5. Bunaltıyla ve nihayet
  6. Geri geri

olarak çağlara ayrılmıştır. Her çağ en azından belli bir çağdan beri kabaca buna Romantizm
dersek, kendinden önceki dönemlerin bekasını özlüyor. Dolayısıyla hayvanlarla
kurduğumuz ilişkinin modalitesi de pek tabii devirsel. Ama benim merak ettiğim bu değil,
hayvanları korumak yahut onlarla daha şefkatli bir beraberliğin ümidini taşıyacak ufak
deney alanları yaratmak değil. Kiminin olabilir, benim değil. Hayvandan insanı ayıran
müdahaleyle ilgileniyorum, bu müdahalenin tarihsel olarak kaçınılmazlığı sorusu bile
geride kalıyor bir noktadan sonra. Daha ziyade bu giyotin, insanoğlunun benzine inen bu
keskin kesik hangi atardamarı bizden aldı, hangi istemi dışladı, kar-zarar hesaplarına bizi
mahkum etti? Demem o ki geri dönüş yok. Ama ileri gidebilir miyiz, gerçekten? Gerçekten
ileri?

Bir yanımla şöyle diyorum, ileride istikamet güdülürken mevzilenen mekân neresidir?
Gerçekten ne ise o olmak isteyen insanın tellallığını yapan pek çok düşünür geldi geçti bu
topraklardan, gezegenden. Ancak, tabii o kendilik için feragat reçeteleri de sunulmadı değil.
Şu an gördüğüm erdem bir garip açmaz. “İnsan, açmazdadır” diye ünlüyor Uyar. Bu
çığlıktaki yabanıllığı duymak gerek, bunu gördüğü yer, erdemin tık nefes oturma odası
olamaz.

Şu hâliyle etrafıma bakıyorum ve ölümü dehlemeye meyilli pek az insan gördüğümü
söyleyebilirim. Ölümü dehlediğimiz anda olabileceklerden kimse mesul olmak istemiyor,
yani demem o ki insanın açmazlarıyla, insan olmak ceketini de atarak yürüyebileceği
menzili üstlenen pek az. Yok gibi. Öyleyse insanı kurtaracak, onu asil bir darbeyle yere
çalarak kurtaracak da yok gibidir, denebilir.

Bir umuttur gidiyor, umudun ekmeğini yiyenler, yoksulların sofrasına girmek isteyen, çok
satan heveslisi kalem erbaplar ne çok. Umut yok diyenin, pek ala alıcısı kalmıyor. Çünkü
onlar umuttan; bu kaknem, Tanrı işi, sömürü işi, paranın dünyasının bereketlerinin tatlı
artığından nemalanmayı umuyor. İşte bu yazarlar gerçeğin, eylemin, hareketin, dolayısıyla
düşünce ve yüreklerde serpilecek nice bereketli duyu, duygu, duyumun düşmanıdırlar.

Tabii eklemem gerekir ki bir düşman olmayı hak etmeyecek kadar da sürüm fazlasıdırlar.
Aydınlanma o aklın çarmıhına gerilmiş, matbaayla bir Yahudi gibi yurt sathından sürülmüş,
adeta yeni bir vizesiz gezegene fırlatılmış bireylerin ülküsü bugün viran bir mabet. Onu
arzulayan değil, tekinsizleştiren bir yığınlaşma söz konusu. Bu yığışmış imaj ve gösterge
imparatorluğu gelgeç bir seyir izliyor, berrak olan her şey bulanıyor. Bulanık sular ise, bu
sefer çamurdan değil, gürültüden ve görüntü kirliliğinden; bu su içi geçmiş, bin yıllık bir
nehri andırıyor.

Peki nasıl temizlenecek işbu su? Daha fazla müdahale istemediği kesin, biraz oluruna
bırakarak diye düşünesim geliyor. “Her şeyi düzeltmeye çalışmanın yok ettiği”, yine Uyar
ünlemesinin yankıları kulağımda çınlıyor. İleri gitmek için sanıyorum önce geri çekilmek gerekecek. Bu şekilde gergin bir yay gibi belki ancak menzile fırlatabiliriz kendimizi.
Kimi? Kendiliklerimizi demek daha doğru olurdu belki, aksi halde ayağımıza çelmeler
takıyor bir diğer kendilik.

İlerlemenin kaderi nedir diye sormuş bulundum o hâlde. Bunca karmaşık, adeta bir tango
yarışmasında atılan adımları nasıl düzene oturttuysak artık. Yanı sıra bu düzenek nasıl ki
kurmaca duygusu uyandırıyorsa, eş zamanlı bir genleşme toplumların yapısına bir o kadar
uzaksa, hareket içre olmamız da bir o kadar gerçek. Hareket de tabii, zaman içre, mekân
içre.

Demem o ki hayvan duygunluğunu kaybetmek pahasına bunu öğrendik. Şimdiyse bununla
ne yapacağımıza karar verecek birini bekliyoruz ama sanırım bu da bir eski alışkanlık.
Umut yok derken bir kastım da bu olsa gerek. Her şeyin bir ulu ahengin duygulu dansına ve
karmaşasına, zamanın geçişine bırakıldığı, geçmişin, ‘insanlığın’ uzak bir kıta gibi
uzaklaştığı bir anda yeni kıtalar da belirecek. O zaman işte kaybedilenlerin sonsuz yasıyla
baş başa kalmaktan korkmak zor olacak. Gelmekte olan yüreklerin rakımını artıracak,
boğulmak pahasına.

Çünkü zamanın geçişi yas biçimlidir. Kaçınılmaz ve tatlı bir doku olarak tenimize
işlemiştir. Belki ardından büyük ve bilmediğimiz, asla bilmeyi arzu etmediğimiz çünkü
bilginin hazır kıtalarına uzak bir ‘şey’ bizi karşılayacaktır. Eminim gerçek öykümüz ancak
zamanın bu hazin alay yürüyüşü tamama erir ermez, bir göz kırpışı kadar kısa başlayacak.

Nasıl mı, neden mi, kimler ile mi? Belki soruların belgisiz kaldığı yeri düşleyebiliyorsak
bunlara bir cevabımız olabilir. Olmalı mıdır? Kim bilir, bir metinde bunları soruşturmak
bile yeter akçedir.

Ne mi başlayacak? Sondan sonra buluşuruz, güneşli bir gün ortasında.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir