Hızlı ve mutantan hareketlerle kanat çırpan kuşların hüküm sürdüğü, gökyüzünün griye çalan meyus havasında dans ederek etrafa yayılan soba dumanının sardığı derme çatma bir evde; bahçesinde turuncu ve mor kasımpatıların neredeyse her mevsim inadına boy verdiği küçük bir alanda, iki artı bir planlı, daracık mutfağı olan bu meskende İbrahim, kendiyle ilgili türlü karakter değişimlerinden geçmişti. Nihayet, daha önce hiç tatmadığı duyguları ruhunun üzerinde taşımaya başlamıştı. Bu yeni hâliyle, hâsılı yeni karakteri ile yeni İbrahim’i tanımaya çalışıyor; bu tanışıklık ruhunda kekremsi bir tat bıraksa da ondan kaçamıyordu.

Kurak ve soğuk geçen Kasım günlerinde, üç gün üst üste giydiği bordo kazağı, ter kokusuna rağmen üstünden çıkarmak istemiyor; şampanya rengi duvara dayalı karyolasına uzanmış hâlde, üstündeki kazağa kendisinin de adlandıramadığı bir muhabbet duyuyordu. Hem suçlu hem de haklı bir serzenişin temayülüyle. Ne de olsa elleri değmişti üstündeki örgü kazağa. Şimdi herkesten daha yakın ve herkesten daha şefkatliydi bu kazak. Bunu düşündüğünde, ruhunun en derinliklerinde – kalbini de ağırlaştıran bir ağrı hissetti.

Bundan tam üç gün önce—evet, ne eksik ne fazla, tam üç gün önce—liseden beri gönlüne sessiz, sakin, hatta ağırbaşlı bir şekilde giriveren ve onu adamakıllı bir âşık hâline getiren O’yla Aşiyan sahilinde buluşmuş ve neredeyse hiç konuşmadan bir saat kadar oturmuşlardı. Tam kalkacakken O, elindeki hafif sararmış krem rengi bez torbaya uzandı; içinden, kendi elleriyle ördüğü bordo kazağı çıkarıp İbrahim’e verdi ve gözlerinin içine bakarak şöyle dedi:

“Talihle yarışılmaz, İbrahim. Lakin sana bu kazağı örmek ve bugün hediye etmek için kalbim ve ellerim hiç yorulmadı. Değil dört parmağımın olmaması, tüm parmaklarımı kaybetmiş olsaydım bile bir şekilde yine senin için örerdim bu kazağı. Öyle ya, aşka dair hayatta ne kolay ki? Seven iddia sahibidir İbrahim ve er geç sınanmaya mecburdur. Hadi, kal sağlıcakla…”

İnsanı farklı bir duygudan alıp başka bir duyguya iten bu cümleler dudaklarından değil de keskin ve buğulu kara gözlerinden çıkmış gibiydi. Hayatında ilk kez bir insanın—özellikle bir kadının—kendi gözlerine bu kadar derin, bu kadar her şeyi bilen bir bakışla baktığını hissetmişti. Bu bakış kalbini titretmiş, sarsmış ve acıtmıştı. İbrahim, tüm bu sözlerin ardından hiçbir cümle kuramamış; yalnızca “Sen de…” diyebilmişti. O.  gözden kaybolana dek, İbrahim arkasından uzun uzun bakakalmıştı. Şimdi ellerinde onun ördüğü kazak vardı. Karşısında, kendi renginden pek memnun olmayan deniz, dertli dertli uçuşan martılar ve pamuk şekerinden son üç tane kalmış ihtiyar bir satıcı… Bir de eskimeye yüz tutmuş bankta yalnızca kendisi vardı. Üzerindeki siyah tişörtün üstüne, çevredeki hiçbir varlığa ve sese aldırmadan bordo kazağı giydi. Mahzun bir sersemlikle çevresine göz gezdirdi.. Tüm kafa karışıklığı ve biçareliğiyle kollarını vücuduna sararak yalnızlığına sığındı. Ruhunun çocuksu titreyişine, gözlerindeki yaşa ve hayatın türlü türlü yüzüne küfreden zihninin kusan taşkınlığıyla kendi kendine konuştu;

“Nereden bilebilirdim her şeyin bu kadar çabuk değişeceğini? Gitmek zorundayım. En çok da kendime rağmen… Nice zamandır bu günü bekledim ve kalırsam sana da kendime de yazık edeceğim, biliyorum. Ben kendime karşı bir zafer kazanamamışken senin kalbinde bir zafer kazanmam olası değil. Tüm bunlar senin duygularının galibiyeti. Sevgi tüm ‘ben’lerin ötesinde belki ama kişi benliğinde kaybolmuşsa ve kendini hiç sevmiyorsa ne yapmalı, bilmiyorum. Allah’ım, sen yardım et!”

Gölgede bıraktığı duyguları ve aklını kemiren mantığı arasında kalan cümleler, hafif esen havaya, demir rengi göğe ve oradan boşluğa karışarak kayboldu. O sırada güneş, tüm heybetiyle başka diyarlara doğmak üzere batıyordu. Manzaraya uzun uzun baktı: Bisiklet süren gençlere, kollarını arkasına bağlamış bir boş vermişlikle yürüyen henüz ihtiyarlara, aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışan insanlara… Ve kimsenin ayak basmadığı çimlerde tek başına koşup gülebilmenin keyfini süren bir çocuğa. Hayret etti, sonra düşüncelerini kendine sakladı. Bu manzara, az önceki hâlinin tesirini biraz olsun azaltmıştı. Oturmaktan yorulduğunu hissederek yüzünü, saçlarını ovuşturdu; eve dönmenin ve zor bir günün ardından iyi bir uykunun şifa olacağına kanaat getirdi. Yola koyulmadan önce, biriyle konuşur gibi mırıldandı:

“Yakında bu belde, bu sahil, bu insanlar, bu bank, hatta bu ülke hafızanda silikleşmeye başlayan bir anı olacak İbrahim. Üç gün sonra kurtuluyorsun bu lanet şehirden ve ülkeden.”

Annesi Nun’nun seslenişiyle uyandı. Odaya cömertçe günün ilk ışıklarını dolduran güneşe, çoğunu okumadığı kitaplardan oluşan kitaplığına sonra cemalinde cenneti taşıdığına inandığı annesine döndü yüzü. Gülümsedi. Uzun zaman sonra ilk kez, babasını—yani sevdiği adamı—kaybettiğinde giydiği kıyafeti giymişti annesi. Pembe ve kırmızı güllerle işlenmiş mavi elbiseyi ona çok yakıştırırdı. Nice zaman sonra yeniden giymesine anlam veremese de, bugün yolcu olduğu için oğlunu mutlu etmek istediğine yordu bu hâli.

“Hadi uyan artık, geç kalacaksın. Üç gündür şu kazağı çıkarmak bilmedin üstünden; kokmuştur şimdi. Çıkar da, gitme saatin gelmeden yıkayayım oğlum. Şu sonbaharın serin havalarında çabuk kurumasa da temiz olur en azından.”

İbrahim nüktedan bir edayla ve şımarık bir tavırla gülümsedi:

“Olmaz sultanım, hissiyatı silinir o vakit. Neyse, hızlıca bir kahvaltı yapayım; hazırlıklarımı gözden geçireyim, var mı eksik gedik diye.”

“Kaç bakalım kaç… Ama O’ndan, bizden kaçmıyorsun; kendinden kaçıyorsun, onu bil. Beyhude oğul, beyhude… Kim kendinden kaçabilmiş de sen kaçabileceksin? Ortada kocaman bir umut yaratıp gidiyorsun; yazık değil mi? Madem terk edip gidecektin ne diye umut verdin O’ya? Günah değil mi?” 

Beyninden kalbine cızırtılı sesler doluşuyordu sanki hem odayı terk edip ruhunu bulandıran bu sözlerden kaçmak istiyordu hem de keşke kalabilme cesaretini kendinde bulabilseydi diye düşünüyordu. Fakat nasıl? Daha kendisi bile kendine açık ve şeffaf olamıyorken annesine nasıl anlatabilirdi ki içindeki karmakarışık araf halini. Yorgun ve bitkin bir sesle, annesini kırmamaya çalışarak:

“Sabah sabah, üstelik biraz sonra gidecekken bu ne şimdi, anacığım?”

Nun, oğlunu daha fazla üzmemek için, hayattan öğrendiği bir gerçeği belki kalbine tesir eder diye söyleyiverdi:

“Bak İbrahim, hayatta kaçmak istediğimiz her ne varsa onunla sınanmadan bırakılmayacağız. Kaçabildiğimiz bir yerde değiliz; sürgün olduğumuz bir yerdeyiz. İçini yiyip bitiren hislerine şefkatle yaklaş ve kabul et. Acıya, hüzne, hatta fakirliğine karşı bile bir duruşun olsun evladım; kaçışın değil. Diyeceklerim bu kadar. Haydi, çayı koyuyorum; soğutmadan gel.”

Bu kadar derin ve hakikat eşiğinden geçen cümleler kurup, ardından hayatın en yüzeysel hâline nasıl dönebildiğine aklı ermezdi bazen; ama yine de severdi annesinin bu hâllerini. Üstelik sözlerinde adamakıllı haklıydı. Ne var ki hayatını kökten değiştirecek bu kararı birden almamıştı; tam on dört ay düşünmüştü bunun üzerine. Kalbini dışarı koymuştu, biliyordu muhalefet edecekti ama artık dayatılan değil, seçtiği hayatı yaşayacaktı. O hayat uzaklardaydı; bu ülkede mümkün değildi. Her şey daha da kötüye gidiyordu üstelik. Sevdaya tutulmuş kalbine ket vurmak zorundaydı. Çılgın zamanlarda yaşamak suçuna bulaşmışken biliyordu bu aşka yazık ederdi içinde bulunduğu düzen.

Her şey O. içindi. Kalsaydı, onu dünyanın en mutsuz kadını edeceğinden emindi. Bu yüzden gitmenin herkes için hayırlı olacağına kanaat getirmişti. Ne zaman bunları düşünse, en sevmediği cümle dilinden dökülürdü: Yapacak bir şey yok.

Sarı badanalı, dağınık odasında gürgen ağacından yapılmış ve eskimeye yüz tutmuş kahverengi masasına yöneldi. Geçen çarşamba yenilediği kimliğini ve bordo renkli pasaportunu kontrol etti. Telefonuna baktı; kimse mesaj atmamıştı. Sadece havayolu şirketinden gelen check-in maili vardı. “Gerek yok,” dedi; hangi koltuk olursa olsun,’ demekle yetinip atik bir hareketle telefonu masaya geri bıraktı.Kahvaltıya geçmek üzereyken kulaklarından kalbine akan bir ses duydu. Müezzin, tüm dünya telaşını unutturacak bir sesle sela okuyordu. Sebebini anlayamadığı bir acı içini kapladı. Balkona koştu. İki sokak ötede insanlar telaşla koşturuyordu. Karnına bir ağrı indi; kaygı ve korkuyla karışık. Sanki bildiği ya da bilmekten korktuğu bir şeyin gölgesinde yürüyordu.

“Allah’ım,” dedi fısıltıyla, “sebebi nedir içimde beliriveren bu acının?”

Sağ omzunun gerisinden bir hıçkırık duydu. Kalbinin bir yumru gibi büyüyüp hızla attığını hissederken yavaşça döndü. Annesi Nun’du. Yüzü bembeyazdı, göz kapakları yaşlardan kapanmış gibiydi. Annesi Nun’un ellerine dikkat kesildi gözleri, annesinin bir elinde telefon vardı, diğer eli cansızca sallanıyordu. Hayatında uzun zaman sonra annesini bir kez daha bu kadar çaresiz ve korkmuş görüyordu.

“Ne oluyor anne?” diyebildi yalnızca.

Sela bitti. Ardından, tüm lezzetleri kesip atan hakikati müezzin anons etti:

“Mahallemiz sakinlerinden, Bekir Susuz ‘un kızı merhume Oya Susuz vefat etmiştir. Cenazesi bugün öğle namazına müteakip defnedilecektir.”

İbrahim adını ilk kez böyle duydu. Yıllarca O dediği, O diye sustuğu, O diye ertelediği sevdiği kadının adı sabahın içine—ve elbette ölümün kollarına—bırakılmıştı. Bir cümleye yalnızca bir cümleye sığmıştı; sanki o kadar yaşamıştı. Balkonda durduğu yerden gideceği ülke uzaklaştı; annesi Nun’un nefesi arkasında kaldı. Kendisi yerinden kıpırdayamadı. Gitmesi gereken gün gelmişti; lakin gidecek bir yeri artık yoktu. Kendinden kaçmak isterken hakikatin acı yüzü çok sert çarpmıştı ben-liğine. Ruhu çekilmişçesine, kanı kurumuşçasına bedeni taşlaşmışçasına balkonun korkuluklarına tutunuyordu.

Kalbine ve dimağına düşen pişmanlığın pişmiş taşlarının fısıltılarıyla anlamıştı; İnsan birini kaybedince, gidecek yerleri de beraberinde yitirirdi.

One Comment

  1. Bu yüzyılda Öztan Rana gibi bir yazara denk geldiğim için çok şanslıyım, dilerim kıymeti dünyaca anlaşılır. Türk Edebiyatı kitabında yer almaya layık muhteşem bir öykü olmakla beraber yazarın dil ve anlatımı da kendine has ve çok güçlü. İbrâhim’in gibi hepimiz hikayenin sonunda kahrolduk. Nun gibi kara habere hepimiz taş kesildik. O, derin bir iz artık hepimizde.

Deren için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir