Kübra Dal – Zorunlu Göç Ve Devlet Politikaları

Göç teorisi ve bu alanda yapılan çalışmaların üzerinden yüzyıllar geçmiş olsa da tarihteki savaşlar, hastalıklar, sanayi devrimi ve günümüzdeki ulusötesi güçler sebebiyle göç ve göçmenlik süreci yeni bir hâl almaya başlamıştır. Göç kendi içerisinde zorunlu, beyin, eğitim, savaş gibi etkenlere bağlı olarak ayrılsa da son yıllarda Orta Doğu ülkelerinde yaşanan çatışmalar nedeni ile zorunlu yerinden edilme ve savaş göçlerinin daha fazla olduğunu haberlerde ve sosyal medya mecralarında görmek mümkündür. Göçün akademik kaynaklarda birçok tanımı vardır ve bu tanımlar hemen hemen birbirine benzer niteliktedir. En genel tanımıyla Uluslararası Göç Örgütü Göç Sözlüğüne (IOM) göre göç, süresi ve yapısı ne olursa olsun bir insanın ülke veya devlet sınırlarını değiştirmesine denir. Göç kitlesel olabileceği gibi bireysel de olabilir ancak kitlesel anlamda daha çok karşılaşılan göçün bireysel ve toplumsal boyutu vardır, kitlesel göçte göç eden etkilendiği gibi göç alan ülke de bu durumdan olumlu veya olumsuz etkilenebilir. Son yıllarda dünya üzerinde yaşanan savaşlar nedeni ile kitlesel göçlerdeki artıştan Türkiye etkilenerek Orta Doğu ülkelerinden gelen yabancı uyruklu göçmenlere ev sahipliği yapmıştır. Ancak bu insanların Türkiye’de insan hakları çerçevesinde yaşayabilmeleri ve belirli haklara sahip olabilmeleri için ihtiyaç duyulan politikaların gerekli zamanda ve ihtiyaçlar doğrultusunda üretilip üretilmediği bir tartışma meselesidir.

Göç üzerine yapılan çalışmaların başında Ravenstein’ın The Laws of Migration (1889) adlı eseri gelir. Göçün temelinde ekonomik kaynaklara ve gündelik yaşamdaki ihtiyaçlara ulaşım noktasından uzak mesafelerde yaşama, kötü yaşam koşulları, kötü iklim şartları, yüksek vergileri ödeyemeyen insanların daha iyi yaşam koşulları için emeklerini ücretli satabilecekleri şehir merkezlerine göç etmeleri  gibi çeşitli etkenler yer alır. İtme- Çekme kuramı Everett Lee tarafından 1966 yılında oluşturulmuş, daha sonra farklı kişiler katkıda bulunarak bu kuramı geliştirmiştir. Lee’ye göre göç olgusu mesafeye, uzaklığa ya da yakınlığa bakılmaksızın tek bir olgu üzerinden ele alınmalıdır, her göç eylemi başlangıç ve bitiş süreci arasında bir dizi engellerle karşılaşır. Lee İtme-Çekme teorisinin temeline göçe etki eden üç olgu koymuştur: pozitif, negatif ve nötr olma hâli. Bireylerin mevcut ikametlerinde kalmasını sağlayan şey pozitif hâller, kişileri göç etmeye yönlendirenler negatif hâller ve bireylerin göç etme düşüncelerine faydalı ya da faydasız herhangi bir etkisi olmayan hâl nötr haldir. Türkiye’ye göç etmiş Afganistan, İran ve Suriye uyruklu bireyleri düşündüğümüzde negatif hâllerden dolayı bir göç ediş söz konusudur. Bu kadar geniş ve kitlesel bir göçün olması göç eden insanları sömürüye daha da açık bir hâle getirmiştir. Çocuklar ise hem göç sürecinde hem de göç sürecinden sonra ikamet ettikleri yerde sömürüye daha da açık hale gelmişlerdir. 

Göçün günümüzdeki hâline Orta Doğu ülkeleri üzerinden baktığımızda, savaş nedeni ile artan yerinden edilme ile yaşanan göçü görürüz. Bu bağlamda yaşanan savaşa bağlı zorunlu göçün neden Orta Doğu ülkelerinde gerçekleştiği (Doğu Avrupa kıtasında yer alan Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan savaş nedeniyle yapılan göç, kıtada yaşanan savaşa bağlı tek göç olduğu için ayrı değerlendirilmiştir.) akıllarda farklı sorular uyandırmaktadır. Suriye, Afganistan ve İran gibi ülkelerde yaşanan savaşlar ve iç çatışmalar nedeniyle kitlesel bir göç yaşanmakla beraber bu göç kimisi için eşi, çocukları, annesi, babası ve ailesi ile birlikte gerçekleştirilirken kimisi için tek başına gerçekleşmektedir. Bunun dışında gerçekleşen refakatsiz çocukların göçü de söz konusu olmaktadır. Annesi ve babası ölmüş, bir yakını tarafından sınırdan geçirilen ya da sınıra kadar ailesi ile birlikte gelmesine rağmen sınırda yaşanan kargaşalar nedeniyle sınırı ailesiz geçen refakatsiz çocuklar da vardır. Dolayısıyla yaşanan kitlesel göç sürecinde ihmal ve istismara açık hale gelen çocuklar ile birlikte kadınlar da göç sürecinden çocuklar gibi olumsuz etkilenirler.

Ülkelerde yaşanan iç çatışmalar, dinsel faktörlere bağlı ya da ülkelerin yer üstü ve altı kaynaklarının zenginliğine bağlı olarak yaşanan çatışmalar neticesinde göç etmek zorunda kalan insanlar daha iyi yaşam koşulları için Avrupa ülkelerini tercih etmekte ve Türkiye’yi transit bir ülke konumunda görmekteler ancak sınır kapılarının kapalı olması, kültürel farklılıklar, Avrupa ülkelerinin Orta Doğu ülkelerinden göç eden insanlara karşı olumsuz tutumları ve göç esnasında aile üyelerinin vefat etmesi gibi durumlar nedeniyle göç sürecindeki birçok insan Türkiye’de kalmaktadır. Peki Türkiye’de kalan yabancı uyruklular ve Türkler arasındaki ilişki nasıl gelişmektedir? Suriye’de 2011 yılında iç savaş gerçekleşti, Afganistan’da 1996 yılında Taliban rejimi ortaya çıktı ve 2001 yılında ABD Afganistan’ı işgale başladı, 2021 yılında ise Taliban rejimi despotik yönetim biçimi ile iktidarda yer alarak, despotik yönetim biçimine katılmayan insanları ve kendi etnik kökenlerinden farklı olan insanları zorunlu göçe mecbur etti. Geriye dönük bakıldığında Türkiye 1996 yılında Afganistan’dan Taliban rejiminin görüşlerine uymayan insanları göç alan ülke konumundaydı, 2011 yılında Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle Türkiye yine bir göç dalgası almıştı, en sonunda 2021 yılında Afganistan’dan ABD’nin çekilme kararı ile Taliban’ın tekrar iktidara gelmesi ve ülkede uygulamaya çalıştığı çoğunluğun tiranlığı ile Türkiye yeni bir göç dalgasını daha karşıladı. Göç konusu dünyanın yabancı olmadığı bir kavramken savaşa bağlı kitle hâlinde yapılan büyük göçler hazırlıklı olunan bir durum değildi.

(Foto Muhabir-İsmail Coşkun)

Göçün çeşitlerine ayrıca bakacak olursak; Türkiye ve Almanya arasında yaşanan göçün kol gücüne bağlı bir işçi göçü olduğunu ve yasal ya da kaçak yollar ile olsa da Almanya’da Türklerin kendilerine bir yaşam alanı inşa ettikleri görülmektedir ancak Afganistan ve Suriye gibi Orta Doğu ülkelerinden savaş nedeniyle zorunlu göç etmiş insanların Türkiye’deki varlıkları temelde bir iş gücü arayışına ya da beyin göçüne bağlı olarak gelişmemiştir, zorunlu şartlar nedeni ile bir göç söz konusudur. Dolayısıyla kitle halinde Türkiye’ye zorunlu göç etmiş ya da Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç etmeyi bekleyen ve Türkiye’ye yerleşen yabancı uyruklu insanlarla ilgili gerekli yaşam koşullarının sağlanması devletin geliştireceği politikalar ile ilgilidir. Bu anlamda ilk adımlardan birisi Türkiye’de İç İşleri Bakanlığına bağlı olarak 2013 yılında Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nın kurulmuş olmasıdır. 

Kitlesel göç Türkiye’nin yakın zamanda karşılaştığı bir durum olmasının yanı sıra yakın zaman aralıklarında farklı ülkelerden ve farklı etnik yapılardan göç alınması Türkiye’nin gündemi hâline gelmiştir, daha öncesinde ülkede bu kadar büyük kitlesel bir göç ile karşılaşılmadığı için Göç İdaresi Başkanlığına da gerek duyulmamıştır ancak Türkiye’nin içerisinde bulunduğu durum göçmenlere yönelik ayrı bir başkanlığı gerekli kılmıştır. Göç idaresi başkanlığı her ne kadar yeni kurulmuş bir başkanlık olsa da ülkede yaşayan yabancı uyrukluların yaşama, eğitim, sağlık, barınma gibi temel insani haklara ulaşımının sağlanmasında ya da yabancı uyrukluların ülkelerine geri dönmelerinde, Türkiye’de resmi olarak kayıt altında yaşamalarında ve hangi nedenlerle Türkiye’ye göç ettiklerine dair denetleyici bir kurum olması, Türkiye’de yaşayan yabancı uyrukluların hangi şartlar altında yaşadığını bilmek adına önemlidir. Yabancı uyrukluların Türkiye’nin sosyokültürel yapısına karşılıklı olarak “entegre” olması ve Türk halkı ile yabancı uyruklular arasında yaşanabilecek olumsuz çatışmaların önüne geçilebilmesi adına Göç İdaresi Başkanlığının geliştireceği politikalar oldukça önemlidir. Aksi durumda ülkede kayıtsız yaşayan yabancı uyrukluların olması, bu kişilerin yeterli denetimler olmadan il değişikliğinde bulunmaları, bir mahallede Türkleri azınlıkta bırakacak şekilde çoğunlukta yaşamaları ve işsizliğe bağlı olarak yaşanan ekonomik yoksunluk nedeniyle kendi içlerinde çeteleşmeye giderek yasadışı suçlara yönelmeleri yabancı uyruklulara duyulan kin ve nefreti körükleyerek, ülke içerisinde huzursuzluğa ve çatışmalara yol açacaktır.

Afganistan ve Suriye’nin Türkiye’ye olan uzaklıkları düşünülecek olduğunda bu insanların göç sürecinin çoğunu yürüyerek tamamlaması ve yol boyu karşılaştıkları çeşitli zorluklar nedeniyle sağlıklı bir beden ve ruh hali ile Türkiye’ye gelmedikleri açık bir gerçektir. Zorunlu göç, göç eden insanların elinde olan bir seçenek ya da tercih değildir, kişileri göç etmeye zorlayan ve göç almayı kabul eden ülkelerin politik tutumlarına bağlı olarak gelişen bir olgudur. Dolayısıyla yabancı uyruklulara dair yöneltilen kin ve nefret söylemlerinin asıl muhatabı ülkeleri yöneten devletler olmalıdır. Kişinin Türk, Kürt, Alevi, Arap ya da Hazara olması kişinin suçluluk ya da iyilik potansiyelinin önüne eklenecek bir kimlik değildir, temelde suçu işleyen nefes alan bir insandır, kimlik insan ile birlikte gelen bir damgadır. Yabancı uyrukluların Türkiye’de işledikleri suç oranları sadece kişilerin göç ettikleri ülkedeki yaşama ahlakı ve kültürlerine bağlı bir olgu değildir, bu aynı zamanda Türkiye’deki cezai yaptırımların, caydırıcılığın ve entegrasyon eksikliğinin bir sonucudur. Yabancı uyruklular dün göçmendiler, bugün misafir, yarın ne olarak tanımlanacakları ise Türkiye’deki politik yaklaşım ve yönetimin elindedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir