İnsan Kendi Yabanından Ne kadar Çilek Toplayabilir, Çilekleri Bittiğinde Yabana Tekrar Dönebilir mi? Ya Bir Gün Yabanda Hiç Çilek Kalmazsa?

Yaban Çilekleri İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın 1957 yılında yazıp yönettiği bir yol drama filmi olarak öne çıkmaktadır. Vizyona girdiği dönem yurt içinde büyük beğeni toplayan film 8. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Film dalında Altın Ayı ödülünü kazanmıştır. Sinema çevrelerince Bergman’ın en iyi filmlerinden biri ve aynı zamanda yapılmış en iyi filmlerden biri olarak kabul edilir.
Film hakkında sanal mecrada kolayca bulunabilecek teknik bilgileri verdikten sonra yapmak istediğim inceleme hakkında birkaç şey söylemek isterim. Bergman’ın bir papazın oğlu olarak dünyaya gelişi, sinemasındaki varoluş, din ve tanrı sorgusu; sinematografik başarısı, insan doğasına dair muazzam iç görüsü her daim ilgimi çekmiştir. Birinci dünya savaşının yıkıcılığının ardından savaş, insan psikolojisi, ölümler, yıkımlar, açlık, kitle psikoloji gibi konulara ilgi daha da artmıştır. İlginç olan şudur ki dünya var olduğu günden beri savaşlara, yıkımlara tanık oluyoruz ancak insan psikolojisine yoğun bir şekilde eğilmemiz 19. yy gibi çok yakın bir tarihe denk geliyor. Günümüzde ruh sağlığı alanındaki çalışmaların yoğunluk kazandığını, DSM 5’te yeni davranış bozukluğu türlerinin tanımlandığını görüyoruz. Şüphe yok ki bireyin iç dünyasına dair varoluşsal sorgular ve psikopatolojik semptomlar tanımlanmasalar da ilk insandan bu yana mevcuttular, burada dikkat çekmek istediğim husus; insan evrimindeki serüvenin aktif bir şekilde devam etmesiyle dış dünyadaki olaylara tepki verme biçimimizin de dönüşmesi. 20. yy’de psikoloji çalışmaları büyük hız kazandı fakat değinmem gerekir ki bu çalışmaların büyük bir kısmı beyaz erkekler tarafından yapıldı. Kültüre duyarlık, kadın psikolojisine genellenebilirlik hâlâ tartışmalıdır. Elbette bu durum başka bir çalışmanın konusu. Bu incelemeyi yapmaktaki maksadım Yaban Çilekleri’ni eklektik bakış açısıyla pek çok psikolojik anlayış ve kuramcı gözünden ele alabilmek. Filmi izlerken ve inceleme yazısında faydalanmak için okuma yaparken çok heyecanlandım. Yeni şeyler öğrenebilmeyi ve öğrendiklerimi okura en etkili yolla aktarabilmeyi, okuru heyecanıma ortak etmeyi dilerim.
*
İlk sekans saat tik takları eşliğinde Isag Borg’un “İnsanlarla olan ilişkilerimizde temelde onların karakter ve davranışlarını tartışır ve değerlendiririz, işte bu yüzden sözde ilişkilerin hepsinden kendimi çektim ve bu benim yaşlılık günlerimi daha da yalnız kıldı.” sözleriyle başlar. Isag Borg bilime adanmış bir hayat yaşamaktan mutluluk duymaktadır. Kendisi gibi doktor olan oğlu Lund’da yaşamaktadır, eşi Karin uzun yıllar önce ölmüştür. Doksan beş yaşındaki annesi hâlâ hayatta ve sağlıklıdır. Yetmiş sekiz yaşındadır ve yarın mezun olduğu Lund Üniversitesi’nden fahri doktora ünvanı almak için Stokholm’den Lund katedraline yolculuk yapacaktır. Bu bölüm izleyicinin ana kahramanı genel hatlarıyla tanımasını sağlar. Filmin ana çekirdeğini yaşlılıkla beraber geride bıraktığı hayatını sorgulayan Borg’un yolculuk boyunca karşılaştığı kişiler, gördüğü rüyalar, önemli hatıralara dönüşü, gerçeklikle rüyalar arasındaki gelgitleri, korkuları ve ölümle yüzleşme şekilleri oluşturmaktadır.
İlk rüya:

İlk rüya tipik bir kayboluş ve ölüm korkusu rüyası olarak tasvir edilebilir. Harap evler arasında yolunu kaybeden Isag az ileride, sokak direğine konuşlandırılmış büyük bir saat görür. Saatin akrebi ve yelkovanı yoktur. Korkuyla cebindeki saati kontrol eder ancak cebindeki saatin de akrebi ve yelkovanı yoktur. Büyük saat dünya hayatının başlangıç ve bitişini, ilk canlıdan son canlıya kadarki süreci temsil ederken Isag’ın cebindeki saat kendi hayatının başlangıç ve bitişini temsil etmektedir. İki saatin de akrep ve yelkovanının olmaması manidardır. Sonsuzluk ve hiçliğin aynı gerçeklikten beslenmesini yani zamansızlığı çağrıştırır. Sokakta tedirgin ve yabancı bakışlarla ilerleyen Isag’ın önünde sırtı dönük bir adam belirir. Adam’ın omzuna dokunur ve gözleri, ağzı, yüzü belirsiz, korkutucu bir suratla karşılaşır. Adam yere düşer, kafası kopar, ortalık kan gölüne döner. Adamın yüzünün belirsiz oluşu Isag’ın kendi ölümüne dair korkusuna işaret etmektedir, böyle bir yüzleşmeye hazır olmadığından adamın yüzü belirsizdir. Az sonra yoldan bir at arabası geçer. Arabanın tekeri takılır ve teker Isag’ın üstüne devrilmek üzereyken parçalanır. Sarsıntıyla beraber arabanın içinden bir tabut düşer, tabuttan sarkan el Isag’ı tabuta çekmeye çalışır, bu el Isag’a aittir, kendiyle yüz yüze gelmiştir artık. At arabasının üstüne yerleştirilen çocuk heykeli doğumun, içinden düşen tabut ölümün taşıyıcısıdır. Araba Isag’ın yaşam serüvenini taşımaktadır, yoldan çıkıp tekeri parçalanan araba yolculuğun sonuna yaklaştığını bildirir. Rüya hem bilinçaltındaki ölüm korkusu ve istencinin çatışması olarak hem de gündelik yaşamda bilinç öncesinde kalan sorguları yansıtması bakımından önemlidir.
*
Kabustan uyanan Isag baş ucundaki saati kontrol eder, saatin akrep ve yelkovanı yerindedir. Pencereyi açar, gerçek dünyada olduğunu anlar ve bir hışımla kapıya yönelir. Akşam beşteki töreni beklemeyerek erkenden yola çıkar. Bu yolculuk Isag’ın kendine doğru zorlu bir serüven olacaktır. Gelininin bu yolculukta ona eşlik etmesi aile dinamiklerine ait farklı sorgulamaları peşinde getirecektir.
*
Marianne ve Isag’ın kayınpeder gelin ilişkisi ilk bakışta mesafeli görünmektedir. Marianne Eşi Elard’ın prensiplerinin babasına çok benzediğini ancak Elard’ın babasından nefret ettiğini söyler. Bu sözleri hayretle karşılayan Isag aslında oğluyla arasındaki resmiyetin ve soğukluğun farkındadır. Elard babasından borç para almıştır ve prensipleri gereği ödemek zorundadır, babasına saygı duysa da aralarında doyurucu ve sağlıklı bir baba oğul ilişkisi olmadığı açıktır. Marianne’in “Sen bencil ve yaşlı bir adamsın Isag amca. İnsafsızın birisin ve kendinden başka hiç kimseyi dinlemiyorsun” şeklinde başlayan tiradı son derece serttir. Marianne ilk kez bu kadar açık konuşmuş olacak ki Isag’ın da istediği budur. Ölmeden önce yakınlarının onun hakkında ne düşündüklerini öğrenmek ister. Bugüne dek onların ne düşündüğünü önemsememiştir çünkü.
Mola vermek için Isag’ın ilk yirmi yaşına dek ailecek her yaz geldikleri eve kırarlar direksiyonu. Isag’ın dikkatini yaban çilekleri çeker. Çocukluk ve ilk gençlik zamanlarını çağrıştıran yaban çilekleri onu derinden etkileyen bir ilk gençlik anısına götürür. Önce ormanda yaban çileği toplayan kuzeni Sara’yla kardeşi Sigfrid’in konuşmalarına şahit olur. Isag Sara’ya aşıktır ve ikisi sözlüdür ancak Sara Sigfrid’e aşıktır. Daha sonra büyük aile yemeğine iştirak ederler. Isag bir kapı ardından izlemektedir olanları. İkizler yemekte Sigfrid ve Sara’yı yaban çilekleri toplarken birlikte gördüklerini söylerler. İlerleyen zamanlarda Sara Sigfrid’le evlenecektir. Sara’dan öğrendiğimiz kadarıyla Isag düşünceli, anlayışlı, iyi biridir. Sara kendini ona karşı suçlu hissetmektedir. Rüyayla gerçeklik arasında geçen bu hatıradan Sara’ya benzeyen ve adı Sara olan bir genç kızın sesiyle uyanır. Sara ve iki arkadaşı Isag ve Marianne’ye bir süre eşlik edeceklerdir. Hayat dolu gençlerin enerjisi Isag için başka soruların kapısını aralayacaktır. Yolda kaza yaptıktan sonra arabalarına aldıkları çiftin arasındaki nefret dolu, saygıdan yoksun, birbirini aşağılayan tavırları en çok Marianne’yi rahatsız edecektir çünkü Marianne’nin Elard’la evliliği de bir kırılma noktasındadır.
*

Yeni durakları Isag’ın ilk stajını yaptığı ve yaşlı annesinin hali hazırda yaşadığı yer olur. Benzinlikte çalışan çift, Isag’a ne kadar minnettar olduklarını söyleyip benzin parasını almayarak ona bir jest yaparlar. Isag burada herkes tarafından sevilen, yardımsever bir adam olarak tanınmakta, saygı görmektedir. Oğluna borç veren, oğlu ve gelini onda kalmak istediğinde sert bir şekilde reddeden prensip sahibi profesörün yabancıların dünyasında sahip olduğu imge hem çok ilginç hem de çok tanıdık. Aile dinamiklerindeki rollerini gerektiği şekilde yerine getiremeyen, çocukluğundan bu yana doyurulmamış ihtiyaçları olan bireylerin aile içindeki yıkıcılığa rağmen meslek hayatlarında ve başka insanlarla ilişkilerinde sağlıklı ve doyurucu olmaları muhtemeldir. Psikanalizm’in Freud’dan sonra en önemli ismi olarak kabul edilen Alfred Adler yaşamdaki nihai amacımızın aşağılık kompleksiyle mücadele ederek üstünlük duygusuna erişim çabası olduğunu söyler. Ona göre her insan yaşam stiline göre özgün bir mücadele yöntemi belirler. Adler’in Bireysel Psikoloji Kuramı’nda temel aldığı kavramlardan biri ödünleme’dir. Birey bir alanda yaşadığı eksikliği başka bir alandaki başarısıyla kapatmaya çalışır. Isag’ın aile bağları, evliliği ve oğluyla ilişkisindeki başarısızlıkları akademik hayatındaki başarılarla kapatmaya çalışması pek tabii Bireysel Psikoloji’nin ödünleme kavramıyla açıklanabilir. Sosyal ilgi kavramına büyük önem veren Adler’e göre Borg ailesine yeni katılan çocukları sosyal ilginin oldukça düşük olduğu bir aile ortamı beklemektedir diyebiliriz.
*
Marianne ve Isag; Sara, Albert ve Victor’la birlikte öğle yemeğine çıkarlar. Albert ve Victor arasındaki metafizik tartışma son derece dikkat çekicidir. Albert Tanrı’ya inanırken Victor modern insanın yalnız kendine inanması gerektiğini söyler. Bu tartışmanın iki farklı uçta olan ve aynı kıza âşık iki genç adam üzerinden yürütülmesi kuşkusuz çok yaratıcı. Sara Albert’te sıcaklığı ve ruhsal anlaşılmışlığı sever, Viktor’u ise yakışıklı, hayat dolu bulur. Üstelik Victor doktor olacaktır, Albert ise papaz. Victor kişiliğimizin dünyaya dönük tarafının, Albert ise maneviyata dönük yanımızın stereotipidir. Yaşamın iki uçtan birine değil ikisindeki dengeye ihtiyacı vardır. Sağduyu ve haz arasında bir denge kurulması gerektiğine inanan Jung şöyle der, “İnsan yalnızca sağduyu ya da yalnızca hazla yaşayamaz. Her ikisine de gereksinim duyar. Yine de aynı anda hem sağduyuda hem hazda olamazsınız, sağduyuda ve hazda olma sırayla değişmelidir.” ve sözlerine “ama insanlar ya birini ya diğerin yeğler.” cümlesiyle son verir. Ne Albert gibi zamana sırt döndüğümüzde ne de Victor gibi modern insan kalıbına sığmaya çalıştığımızda hakikati kavrayabiliriz. Bu çatışmanın sonu ve galip tarafı olmayacaktır, ödül gecesi Isag’a veda eden bu üç genç tüm karşıtlık ve çatışmalarına rağmen yollarına birlikte devam edeceklerdir çünkü. “Her şey zıddıyla bilinir” felsefesini düstur edinmiş tasavvuf kültürü ve “karşıtların birlikteliği” tezini öne süren Jung, belli ki aynı kaynaktan almıştır suyunu. “Şafak vakti aradığım arkadaş nerede? Gece çöktüğünde onu hâlâ bulamamıştım. Yanan kalbim bana onun izlerini gösteriyor. Çiçeklerin açtığı her yerde onun izlerini görüyorum.” Bu sekansı Tanrı’nın varlığına dair tartışmayı kapatan dizelerle sonlandırıyorum.
*
Gençlerden ayrılan Isag ve Marianne Isag’ın annesini ziyaret ederler. Bu vesileyle yolculukta yeni yüzleşme kapıları aralanacaktır. Isag’ın annesi ileri yaşının etkisiyle Marianne’yi Isag’ın eşi sanarak ona olan nefretini dile getirir. Isag ve annesinin ilişkisi tipik bir anne oğul ilişkisinden uzaktır. Aralarında mesafeli, soğuk bir bağ olduğunu hissederiz. Elard ve Marianne’nin çocuklarının olmaması babaanne tarafından tuhaf karşılanır. Modernleşme sürecindeki bir ülkede farklı kuşakların yaşama, ölüme ve neslin devamlılığı hususundaki yaklaşımlarında bariz değişiklikler vardır. Belli ki Bergman Isag’ın varoluş sürecini dönemin sosyokültürel anlayışıyla iç içe geçirerek sinemaya taşımayı tercih etmiştir. Tarihsel dönemin; toplum yaşantısı, sanat ve sinema üzerindeki etkisine bir parantez açmam gerekir. Birinci Dünya Savaşı’ndan bile daha büyük bir yıkıma sebep olan İkinci Dünya Savaşı dünyadaki, özellikle de Avrupa’daki tüm dengeleri değiştirdi. Kimyasal silahların yüz binlerce insanın hayatına mal olması, toplu ölümler, sağlık sorunları, yoksulluk ve açlığın ardından yeni bir dünya düzenine adapte olmak kolay değildi. İnsanlar savaşların yıkıcılığı karşısında ruh sağlıklarını korumakta zorlandı. Özellikle Yahudilere uygulanan holokost ve Amerika’nın Japonya’ya atom bombası atması dehşet vericiydi. Yaşananlar aklın, vicdanın çok ötesindeydi. İnsan yaşamının değeri, insanın kötülüğü, yaşam ve ölüm, Tanrı’nın varlığı, dinlerin misyonu gibi varoluşsal sorgular arttı; kaygı bozuklukları, depresyon vb. nevrozlar toplumun büyük kesimine yayıldı, bu sonuçlar iletişim sorunlarını da beraberinde getirdi. İsveç her ne kadar savaşlarda bulunmamış olsa da Avrupa kıtasına yakınlığı ve kitle iletişim araçlarının gelişmesinin etkisiyle dolaylı olarak savaşların sonuçlarından etkilendi. Tüm aile bireylerini holokostta kaybeden ve kendisi mucize eseri kurtulan Viktor Frankl’ın logoterapi adını verdiği psikoterapi kuramı tüm dünyada büyük yankı uyandırdı. İnsan ruhunun sanıldığı kadar zayıf olmadığını, her daim seçim yaptığımızı, en kısıtlı anlarda bile irademizin bizimle olduğunu; insanın yaşamına anlam veren bir inancın, kişinin ya da amacın olması halinde acıya dayanmanın mümkün olabileceğini savunan Frankl; yaşamın ancak ölümün anlamlandırılabilmesi ve kabullenilmesiyle anlam kazanacağını salık verdi. Isag’ın varoluş amacına baktığımızda bilime adanmış bir ömür görürüz, bu adanmışlık içten bir yönelim midir yoksa aile ilişkilerinde kendini gölge konumunda hisseden Isag’ın varoluşunda bir tür ödünleme ya da yüceltme savunma mekanizması mıdır? Elbette Isag’ın karmaşık ruh dünyasını yalnızca ödünleme, savunma mekanizmaları gibi kavramlara indirgemek isabetli bir yaklaşım olmaz ancak bu açılardan da bakabiliriz diye düşünüyorum.
Isag ve annesinin sohbetine dönecek olursak on çocuk sahibi doksan beş yaşındaki bu kadının Isag dışındaki çocukları ölmüştür. Çocuklarına ait eşyaların ve fotoğrafların olduğu kutuyu açan anne son derece soğuk kanlıdır. Özellikle Isag, Sigfrid ve annesiyle birlikte oldukları çocukluk fotoğrafını almak istediğinde “tabii ki her bakımdan değersiz bir şey” diyen annenin çocuklarına hissettirdiği sevgisizliği tahmin etmek zor değil. İlerleyen yıllarda Sara’nın Isag yerine kardeşiyle evlenmesi anneden görmediği sevgi ve değeri ikinci kez kaybetmesine neden olmuştur. Anne, filmin başlangıç sekansında Isag’ın rüyasında yer edinen cep saatini çıkartır. “ Sgbritt’in en büyük oğlu elli yaşına girecek, babanın altın saatini ona vermeyi düşünüyorum, akrep ve yelkovanı yok, sence sorun olur mu?” der. Isag’ın doyurulmayan sevgi ve ilgi ihtiyacına, babayla ilişkisindeki gizeme, anneyle kıramadığı duvarlara ilişkin pek çok yorum yapılabilir. Rüyasında baba mirası saat kendisine geçer fakat bu saat onun için güzel şeylerin habercisi değildir. Ölümümüz yaklaşsa dahi öleceğimiz anı bilmeyiz, saatte akrep ve yelkovan olmamasını bu bağlamda değerlendirebiliriz. Dünya saatini zamanın göstergesi olarak gören biz insanlar için esasında ölüm doğumla gelir, nefes aldığımız her dakika ölüme sermayedir. Ölümün olduğu yerde zaman yoktur. Zaman durmuş diyemeyiz, akrebi ve yelkovanı olmayan bir saat zamana dair hiçbir şey söyleyemez. Babanın saatinin akrep ve yelkovanının ne zaman düştüğü belli değildir. Baba hayattayken mi, saat anneye geçtiğinde mi? Yalnız sayılardan ibaret olan bir altın saat… Tıpkı insanın varlıkla hiçlik arasında aldığı yaşlar gibi. Oysa bir zamanlar saatin akrep ve yelkovanı vardı. Zaman üzerindeki hükmümüzü, çocukluğa ettiğimiz vedayla kaybetmişizdir belki.
İkinci rüya:

Isag’ın bu rüyası da kabus niteliğinde ve gurur kırıcıdır. Sara’nın yaban çileklerini toplarken yere düşürdüğü sepet burada karanlık bir ormanın derinliklerine atılmıştır, içinde yaban çilekleri yoktur. O sırada Isag’ın karşısında Sara belirir ve ona bir ayna tutar. “Sen yakında ölecek olan üzgün, yaşlı bir adamsın ama benim önümde koca bir hayat var” der. Sara’yla birlikte yaban çileklerini yani aşkı ve gençliğini kaybetmiştir. Aynada görmekten korktuğu hakikattir. Sara’nın acımasız sesi Isag’ın bastırdığı duygularıdır. “Emekli bir profesör olarak neden incindiğini bilmelisin ama sen çok şey biliyorsun ve hiçbir şey bilmiyorsun.” Böyle devam eder Sara görüntüsündeki iç ses. Bilginin, hakikatin gerçekte ne olduğununa dair epistemolojik ve ontolojik kaosun içine düşmüştür Isag. Bir alanda bilimsel anlamda gelinecek en iyi noktaya gelmek hayat nasıl yaşanılır sorusuna yeterli bir cevap sunabilir mi?
Sara Sgbritt’in bebeğini kucaklayarak oradan uzaklaşır. Isag boş beşiğe bakar bir müddet. Kendi doğumundaki boşluğa bakar belki de. Sara’nın ardından giden Isag, kardeşi ve Sara’yı birlikte yemek yerken görür. Oradan hayal kırıklığıyla ayrılır. İleride bir kapıyı çalar, kapıdan eline kan bulaştığını görür. Kapıyı açan adam “Hoş geldiniz profesör, lütfen içeri geçin” der. Isag bu bölüme Profesör Borg kimliğiyle dahil olmuştur. Üniversitede bir amfidedirler. Sınıftaki öğrenciler tepkisizdir, kimse Borg’u tanıyor gibi bakmaz. Adam Borg’u sözlü sınava tabii tutar. Ömrünü bakterilere vermiş profesör mikroskopta hiçbir şey görmediğini söyler. İlk bakışta öğrencilerin sınav kaygısı yaşadığı dönemlerde gördükleri tipik bir rüya olarak yorumlanabilir ancak daha fazlasıdır çünkü Borg öğrenci değil fahri doktora almaya giden bir profesördür. Tahtada yazılan metni okumasını ister adam – yargıç mı öğretmen mi bir dost mu yoksa düşman mı olduğu belli olmayan adam- ancak metni okusa da ne anlama geldiğini söyleyemez, bilmediği dilde bir metindir. “Ben dil bilimci değilim.” Dayanamaz isyan eder, bu hiç adil değildir. Bilmediği yerden gelmiştir sorular, hazır olmadığı bir sınavdadır. Metinde bir doktorun ilk görevinin af dilemek olduğu yazmaktadır, evet şimdi hatırladım der Isag fakat yalan söylüyordur, yalnızca kurtulma çabasıdır onunki. Sınav ortamı aniden mahkemeye dönüşür, Isag suçlanmaktadır, daha fenası suçlandığından haberi yoktur. Bu durum Isag’ın yakınlarıyla ilişkisinin ne denli mesafeli olduğunu gösterir. Karar verilmiştir, Isag yetersiz bulunur. Yetersizliğiyle yaşamayı öğrenen çok şey öğrenmiştir, der Jung. Isag yetersizlikleriyle ne kadar barışıktır? Doyurulmayan ihtiyaçlarını ve hayal kırıklıklarını mesleki başarıyla ödünleyebilmiş midir? Yetersizlik yargısıyla başa çıkabilecek midir? Karısı tarafından duygusuzluk, bencillik ve acımasızlıkla suçlanmaktadır. Yıllar önce ölen karısıyla yüzleştirilecektir. Isag’ın bütün yaşamını etkileyen bir diğer önemli hatıra, eşinin onu aldattığına şahit olduğu gündür. Eşi Isag’ın buz kadar soğukken aniden gösterdiği şefkatin ikiyüzlülüğünden şikayet eder, suçlamalarında kararlıdır. Ona göre kendinin bu hâle gelmesi hatta belki aldatması bile Isag’ın suçudur. “Bir düşünür olarak duygumu reddettim ama yaşamın bir parçasını reddetmiştim.” Kırmızı Kitap’ta taslak halinde bulunur bu söz. Kişiliğin bütünleşmesi ancak bütün parçalarımızı kabul etmekle olur. Duygularımızı, geçmişimizi ya da isteklerimizi reddetmek kişiliğin bütünleşmeden uzak düşmesi demek. Jung’un deyimiyle bütünleşme, yani hem personanın (sosyal ilişkilerimizde gerçek benliğimizi gizlemek için kullandığımız maskeler) varlığını hem de gölgeyi kabul etmekle gerçekleşebilir. Gestalt Psikoloji’nin kurucuları Fritz Perls ve eşi Laura Perls de benzer şekilde insanı bir bütün olarak ele alır. Kurt Levin’in alan kuramına dayandırılan bu yaklaşım, bütünün parçaların toplamından daha farklı ve fazlası olduğunu savunur. Gelstalt’e göre gerçek bütünleşmenin sağlanabilmesi insanın reddettiği parçaları kabul etmesiyle mümkündür. Duygusuzluk, bencillik ve acımasızlık… Tüm bu suçlamalar Isag’ın kişiliğinin parçası mıdır, onu hiçbir zaman sevmeyen karısının haksız suçlamaları mıdır?
Herkes gider, ortalık sessizleşir. Geriye yalnızlık kalır. İnsana verilmiş en büyük cezadır yalnızlık. Bergman pek çok filminde olduğu gibi burada da insanın sonsuz yalnızlığını alır merkezine. Af yok mu sorusuna bilmiyorum der yargıç mı öğretmen mi olduğu belli olmayan adam. Borg’un vicdanından ve yüzleşemediği yanlarından beslenerek büyüyen hakikat işte şimdi tam karşısındadır. Isag’dan başkası değildir bu adam ancak Isag’dan fazlasıdır çünkü ölümü de sırtlanmıştır. Yalnızlığın affı nasıl olur? Biz mi seçeriz yalnız olmayı yoksa buna mecbur mu doğarız? Sanırım Erich Fromm’un dediği gibi, insan evrenin hilkat garibesidir. Hayvan varoluşunun doğayla uyumunun aksine insanın evriminde kazandığı zihinsel beceriler ve imgelemler doğayla uyumunu alt üst etmiş, insanın doğayı aşma çabası onu diğer canlılardan belirgin anlamda ayırmış, onu evrenin doğal olmayan bir yaratığı hâline getirmiştir fakat insanın doğadan günden güne kopuşu yalnız doğadan değil kendi doğasından da kopmasına sebep olmuş; modern insanın tanımlayamadığı kaygıları, özüne yabancılığı artmıştır.
*
Isag rüyadan uyandığında Marianne ona mühim bir konudan bahseder. Marianne bir bebek beklemektedir ancak Elard kesinlikle karşıdır. İkisini ayrılma noktasına getiren de bu çatışmadır. Berbat bir evlilikte istenmeyen bir çocuk olarak büyüdüğünü, babasının oğlu olduğundan emin bile olmadığını ifade eden Elard, Marianne’nin boş bir çaba içinde olduğunu düşünür. Elard ölümü yaşamaktadır kendi deyimiyle, ölüm kadar sert ve soğuktur ancak Marianne yaşamı yaşamak ister, gelecekten beklentileri vardır. Erich Fromm’un karakter tipolojisinde ölü severliği Elard, yaşam severliği Marianne temsil etmektedir. Esasen bu iki temel eğilim her insanda birlikte bulunur ve ikisi arasındaki çatışma insan gelişimini üretken kılar. Marianne Isag’ın annesiyle olan görüşmesinden, Elard’ın duygu durumundan hareketle bir çıkarımda bulunur. Soğuk, ölümden bile sert bir anne ve onun oğlu. O oğulun oğluyla evli bir kadın. Nesiller boyu soğukluk, ölüm ve yalnızlıktan başka hiçbir şey yok. Belli ki bu döngü çok önce başladı ve böyle devam etmesi olası. Marianne bu döngüyü kırmakta kararlıdır. Çok Kuşaklı Aile Terapisi’nin kurucusu Murray Bowen’a göre aile sistemini analiz etmek en az üç kuşak boyu analizle mümkündür. Murray analiz için Genogram (Soy Ağacı) tekniğini kullanır. Bu teknik farklı semboller kullanılarak nesiller boyunca ilişkileri, mühim olayları ve aile dinamiklerindeki gösteren bir tür aile dizilim haritasıdır. Bowen aile içi ilişkilerin, kuralların, rollerin, iletişim biçimlerinin büyük bölümünün bir sonraki kuşağa aktarılacağını varsayar zira ona göre temel duygusal sorunlar kuşaklar boyunca sürme eğilimindedir. Borg ailesindeki genogramı ve aile ilişkileri, aileye sonradan dahil olan Marianne’e tuhaf gelecektir hâlbuki kuşaklar boyunca devam eden bu sistem, içinde bulunan bireyler tarafından olağan görülmektedir. Yine de Elard’ın bu soğuk ve sevgisiz ortama doğmuş olmasından kaynaklı başka bir çocuğa aynı şeyleri yaşatmak istememesi ve Marianne’nin sağlam duruşu; bu kısır döngünün kırılmasını, sistemin yeniden inşasını sağlayabilir. Mutlak olarak bunu söylememiz güç olsa da Bergman tamamen karamsar bir kaderciliğe düşmeyi tercih etmez. Marianne’de zayıflamış görünen ölü severlik ve Elard’da yok olmaya yüz tutmuş yaşam severlik eğilimleri bu çatışmadan bir çıkış yolu bulabilecekler midir? Belki bu sorunun cevabı aşklarının ve aralarındaki bağın kuvvetiyle anlam bulacaktır.
*
Nihayet beklenen gün gelir. Profesör Isag, Lund Katedrali’nden kendisine layık görülen fahri doktorasını büyük bir kalabalığın ve yakınlarının tebrikleri eşliğinde alır. Ödülü aldığında ne hissettiğini tam olarak kestiremez. Herkes onunla gurur duyarken o kendiyle gurur duymakta mıdır? Üstündeki gözler, alkışlar onun dünyasında nereye tekabül etmektedir? Seremoni gecesi hizmetçisi Agda’ya artık yaşlandıklarını ve birbirlerine isimleriyle hitap etmelerini teklif eder fakat Agda kabul etmez. Fahri derece aldığı günün gecesinde bugüne dek mesafesini koruduğu hizmetçisine eşit bir iletişim dili teklif etmesi manidardır. Anlaşılan aldığı ünvanlar, profesörlüğü ve saygınlık; ölümüne yakın bir adamı hayatından memnun etmeye yetmemiştir. Bugüne dek prensiplerine göre yaşamış Borg, esnemeye ve sevgiyi yeniden hissetmeye çalışacaktır. Geçit töreni gecesi yatağında uyurken Elard’ı çağırır yanına. Marianne’le aralarındaki sorunu anlatmasını ister, üstelik ona olan borcunu vermesine gerek olmadığını da söyleyecektir ancak Elard buna fırsat tanımaz. Son derece babacan bir tavırla ilgilenmeye çalıştığı oğlu bir kaya kadar serttir, tıpkı kendisinin eskiden olduğu gibi. Elard’ın daha önce görmediği bu sıcaklığa verecek karşılığı yoktur.
*

Son sekansta şöyle der Isag: Eğer gün boyunca üzgün ve sıkıntılı olmuşsam çocukluk anılarımı düşünüp sakinleşmeye çalışırım, bu gece de öyle yaptım. Fahri doktora ünvanı aldığı günü mutsuz bir gün olarak değerlendiren Isag için yaşamın anlamı, ünvanların değeri, sevginin yolları yeniden sorgulanacak; bu defa cevaplar her zamanki gibi olmayacaktır. O gece mutlu olmak için aklına getirdiği hatıra Sara’nın “Hiç yaban çileğimiz kalmadı, teyzem baban için toplamanı istiyor.” sözleriyle açılır. Anne ve babasını bulamadığını söyleyen Isag, Sara’nın yardımıyla onları bulur ve uzaktan izler. Gözlerinde acı bir özlem kamaşır. Bu özlem anne babasından ziyade çocukluğuna ve hayatın kendisine duyulan bir özlemdir. Binlerce öğrenci yetiştirmiş, herkes tarafından gururla anılan profesör, mutlu olmak için çocukluk anılarına sığınmaya çalışır. Yaşamına, kendine ve yakınlarıyla olan ilişkisine dair kazandığı bu geç iç görü artık geri dönülmez bir yerde olduğunu fark etmesine sebep olmuş; Isag’ın çocukluğundan başka yakını kalmamıştır. Tüm hayatının seyircisi konumunda bulur kendini.
*
Gerçek şu ki insan ancak kendi ölümüne vaktinde yetişebilir. Her insanın yalnızlığı başka şekillerde olsa da yazgı aynıdır. Anne rahminden koparak dünyaya fırlatılan insan yine aynı dünyadan ayrılacaktır. Bir evimiz olsaydı dünyada, muhtemelen bu anne karnı olurdu. Geri kalan bütün yaşantımız ayrılıklardan ve kopuşlardan ibaret. Freud’un kuramını genişleten Erikson, kişiliğin yaşam boyu devam ettiğini söyler. Ona göre her gelişim döneminde atlatmamız gereken krizler vardır. Isag Erikson’un benlik bütünlüğüne karşı umutsuzluk dönemindedir. Bu dönemde birey tüm yaşamını değerlendirmeye başlar. Bir nevi yaşam muhasebesi yapar. Neleri doğru yapmıştır, neleri yanlış? İstediği hayatı mı yaşamıştır yoksa hayatı boyunca aldığı kararlardan pişman mıdır? Geriye döndüğünde pişman olacağı değil mutlu olacağı bir geçmişi hatırlamak ister ancak onun hafızasındaki geçmiş yaralayıcı, gurur kırıcı ve suçlayıcıdır. Ölümüne yaklaşan biri yalnızlığa ancak güzel hatıralarından aldığı güçle katlanabilir. Isag çok az güzel hatırası olduğunu fark eder. Bir sepet yeni toplanmış yaban çileğinin tadı kadar. Burada ayrıca değinmek gerekir ki Isag’ın geriye dönük farkındalığı ve en yakınlarıyla sevgiyi paylaşma istemi yönetmenin tamamen karamsar olmadığını ikinci kez fısıldar. Belki ego bütünlüğüne ulaşamamıştır ancak tamamen umutsuz değildir. Erich Fromm “Sevgi, insanın ayrılık ve yalnızlık duygusundan kurtulmasına yardım eder ve yine de kendisi olarak kalmasına, bütünlüğünü korumasına olanak tanır.” der. Isag geç de olsa çocukluğunda yitirdiği ve yakınlarından esirgediği sevgiyi yeniden öğrenmeye çabalamaktadır. Dışarıdaki yabancılardan değil en yakınlarından başlayacaktır bu defa. Geçmişini onaramayacağını bilir ancak şunu da çok iyi bilir ki aldığı fahri doktoradan daha çok ihtiyacı vardır sevmeye, geriye bir gün ömrü kalmış olsa bile.
*
Bergman’ın zekasının, şiirle sinema arasında kurduğu tutkulu bağın ve insan doğasına ait iç görüsünün muazzam bir eseri olan Yaban Çilekleri’nden gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri olarak bahsedilmesinin nedenini bu incelemeyi yaptıktan sonra daha iyi anladım. Yaban çileği genelde ormanlık ve çalılık alanlarda yetişen bir meyve. Her birimiz kendi yabanımızda çilek toplamaya çalışıyoruz. Çileğimiz bittiğinde yeniden yabana dönmek cesaret istiyor. Çoğumuz büyüdükçe o cesareti kaybediyor. Ya bir gün yabanda da çilek biterse? Bunu düşünmek bile istemiyoruz.
Kaynaklar:
İnsanın Anlam Arayışı, Viktor Frankl.
İnsan Olmak, Engin Geçtan.
Kırmızı Kitap, C.G. Jung.
Psikolojik Danışma ve Rehberlik Konu Anlatımlı Alan Bilgisi, Alan Eğitimi, 2019 ÖABT, Pegem Akademi.
Rehber Öğretmenlik, 2015 ÖABT, İhtiyaç Yayıncılık.
Sevgi ve Cinsellik Üzerine, Sigmund Freud.
Sevme Sanatı, Erich Fromm.
Yaşam Bilgisi, Alfred Adler.
Aksaray Üniversitesi’nde 2013 – 2017 yılları arasında PDR eğitimi alırken pek çok dersine girme şansı bulduğum değerli hocam Ümit Morsünbül’ün “Kişilik Kuramları” dersinde aldığım notlardan fazlasıyla istifade ettiğimi ayrıca belirtmek isterim.
