Yalnızdı… Dünya denilen kürede hiç kimsenin yalnız olmadığı kadar derin bir yalnızlıktı onunkisi. Göğe baktı, yumuk yumuk bulutlara sonra yeşile dönen o ıssız tepelere, vadilere, bisiklet süren çocuklara ve çamurlu yolu aşındıra aşındıra yürüyen mor kadife elbiseli kadına. ‘‘Burada her şey ne kadar da hüzünlü bir şekilde hareket ediyor.’’ dedi. Zaman hiç durmaksızın ilerliyordu. Güneşin dik ve o yakıcı ışıklarına önce kalbini tuttu sonra yüzünü, çoktandır güzel olan her şeye yabancılaşmıştı.
Sahi güzel olan neydi ki?
Ekmek kokusu yükseliyordu maviliklere, oradan kurşun yemiş gri duvarların ardına, bir umut türküsü tutturmuştu balkonda oya ören bir kadın. Farklı yaralardan benzer duygular taşıyorlardı, bu yüzden o da eşlik etmişti türküye. Her şey hem fazlasıyla acıklı hem de değildi. Kömür siyahı ve buğday sarısı keçiler geçiyordu çöle inat yeşil ovadan, kırmızı elbiseli küçük bir kızın önderliğinde. Oysa hava öylesine sıcaktı ki düşündü durdu; bulunduğu coğrafyayı, etrafında dönen olayları, kırmızı elbiseli küçük kız çocuğunu. Yüreği kabardı bir taş oturdu kalbinin en hassas yerine. Sonra bu defa da o bir türkü tutturdu. Camdan dışarıya, havaya, kuşlara, pütür pütür maviliklere aktı sesi, uzayda kaydedilmeye değerdi yüreğinden diline oradan dışarı akan o yanık sesi.
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım mavi yosun
Dalgalanır sularda
Bir yanım mavi yosun
Dalgalanır sularda
Dostum, dostum, güzel dostum
Bu ne beter çizgidir, bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar, bahçe
Yüreğinden akan sesiyle türküyü söylemeye devam ederken upuzun kuyruklu gri bir güvercin korkusuzca camın eşiğine, yanına kondu, şaşırdı ve heyecanlandı hareket ederse güvercinin gideceğinden korkuyordu, sustu. O güvercine, güvercin ona tuhaf tuhaf bakıyordu, sımsıcak, kavurucu haziran günü rüya ile gerçeğin ayrımını zor yapacak kuvvetli ve bir o kadar sessiz bir yağmur yağmaya başladı, gariptir ki ne güvercin yerinden hareket etti ne de O. İkisi de merhametli yağmuru hayranlıkla izlediler hiç bu dünyanın sırtında yorulmamışçasına. Uzun süredir böylesine vanilya kokusunu andıran bir huzurun yamacında serinlemediğini fark etti. Bu anın hiç bitmesini istemiyordu. Uzakta ovanın o muazzam yeşilliğinde yine o kırmızı elbiseli kızı fark etti bu kez çılgınca dans ediyordu yağmurun altında, özgürlüğün içinden geçerek hayata meydan okuyordu sanki.
Hayret etti, dışarı koşup onunla dans etmek istedi fakat Güvercin’in gitmesini istemiyordu. Odanın içine kulağını kabarttı telefonu çalıyordu hem de ısrarla. Yavaşça hareket edip içeriye geçti arayan bilinmeyen bir numaraydı,
“Alo, evet evdeyim buyurun.” dedi yalnızca. Telefonu kapattığında telaş ve tedirginlik aynı anda sardı bedenini. Lakin üstünde durmadı. Tekrar pencereye doğru yürüdü ama bu defa güvercin yerinde yoktu. Yağmur durmuş ve insanın aklını başından alacak kadar güzel bir gökkuşağı tüm ovayı sarmıştı ve kırmızı elbiseli kız da oturmuş o muazzam doğa harikasını izliyor anın tadını çıkarıyordu.
“Hayat her şeye rağmen, tüm hayal kırıklarını unutturacak kadar güzel Mina ” dedi. Radyodan ”Dona Nobis Pacem – The Leftovers Season One” parçasını açmak için bilgisayarın başına geçti ve bir çıtırtı sesi duydu, cama koştu, gri güvercin o parlak güzel kanatlarını camın eşiğine vurarak, tılsımlı bir sesle göğe doğru yükseldi ve kısa sürede kayboldu. Pencerenin eşiğine bir demet narçiçeği koyduğunu görünce hüngür hüngür ağlamaya başladı, bu durum onu büyülemişti, müziğin verdiği hisle de tutamamıştı kendini. Tam o sırada gürültülü bir zil sesiyle kapı çaldı. Kapıyı açmaya giderken kalbinin büyüdüğünü, ağzından çıkmak üzere olduğunu hissetti. Tüm bedeni tuhaf biçimde titriyordu. Zamanın tozlu sandığına sakladığı tüm beklentileri, zihnine ve dimağına işlediği sabrı ve sükûneti, yama yaptığı hayal kırıklıkları o kapıyı açtıktan sonra bir değişim geçirebilir her şey hayal edemeyeceği kadar farklı olabilirdi, belki de hala umut etmenin ahmaklığı içindeydi. Tüm gücü ve cesaretiyle kapıyı açtı,
‘‘Size bir zarf var efendim dedi Postacı. İsim, soy isim, imza şuraya atabilir misiniz lütfen’’?
Zarfı aldı ve postacıyı uğurladıktan sonra kapıyı kapamak istemedi, zarfın içindeki mektupla yüzleşmekten korkuyordu. Hâlbuki bunca şikâyet ettiği bu yalnızlığa ve sessizliğe öyle alışmıştı ki nereden çıktı bu zarf diyordu içinden, en yaralı yerinden yükseliyordu bu şikâyeti. Evin tüm odalarında açtığı müziğin kalabalığı yayılıyordu. Zarfa baktı, çevirdi bir daha baktı. Kapının eşiğine yığılıp höyküre höyküre ağladı. Zamanın acımasızlığına, zaman kavramına, geçmiş ve geleceğin hiçbir zaman bir araya gelemeyecek kadar uzak kalışına, yaşaması mümkünken yaşayamadıklarına ve içinde kara bir büyü gibi tüm ruhunu saran özlem duygusunun ıstırabına avazı çıktığı kadar ağlıyordu Mina. Hakkı vardı. Hepimizi en çok yaralayan şey, hayal edilen arzuların yarım kalmışlığı yahut kalbimizde taşıdığımız birinin yokluğu değil miydi?
Takati kesilmiş bir edayla müziğin sesinin geldiği alana, odasına doğru yürüdü, camdan içeriye toprak kokusu dolmuştu. Doğa şefkatli davranmıştı bugün kavruk coğrafyaya ve Mina’ya ama elinde sımsıkı tuttuğu saman sarısı zarf tüm bu huzura gölge oluyordu. İçindeki dilbaz sese ve hülyalı merakına yenilerek zarfı tedirginlikle açmaya çalıştı. Durdu, nefes alıp verdi, tekrar cama doğru yöneldi, bir kuş sürüsü kuzeye doğru uçuyordu ve evin yan bahçesinde bir tavus kuşu mutantan kanatlarını açmış kocaman bir elif harfi çiziyordu sanki. Gök pembe kızıl arası bir renge bürünmüştü, Venüs tüm kibriyle gülümsüyordu yeryüzüne. Tekrar elindeki zarfa uzun uzun baktı ve nihayet yavaş ve sakin bir dokunuşla zarftan kâğıdı çıkarıp açtı. Tüm cesaretiyle yazılanları okumaya başladı.
Sevgilim, Mina, Narçiçeğim,
Savaş bitti.
Bu mektubu yazmak, ölümün elinden kurtulduğumda yaptığım ilk şeydi. Şehit düşen arkadaşlarımın kanına bulanmış elimle, titreyen parmaklarım arasında tuttuğum kalemle, sana hayatta olduğumu haber vermek istedim.
Yaşıyorum, Mina. Eğer bugün nefes alıyorsam, bu; birlikte ezberlediğimiz şiirlerin içimde bıraktığı güçtendir. Hâlâ buradaysam, bu; seni rüyalarımda, dualarımda ve her uyanışımda yanımda taşıdığımdandır. Hâlâ yaşıyorsam, bu; Rabbimin dualarımıza verdiği cevaptır.
Ama ruhum yaralı, Mina. Öyle acılar yaşadık ki… Her gece, şehit düşen arkadaşlarımın siluetleriyle uyanıyorum. Sanki her birine bir hayat borçluyum; her birine bir parça huzur, bir nebze barış… Fakat en çok da sana borçluyum bu hayatı. Ve elbette, cennet kokulu kızımıza.
Özlemimin tarifi yok. Bu duyguyu uçlarda yaşıyorum ve size kavuşacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum.
***
***
Yere yığıldı, bir kış mevsiminde Nevşehir ‘i onunla el ele gezerken bir halı mağazasının vitrininde Afgan desenli halının geleneksel motiflerine ve rengine ikisi de hayran olmuş ve hemen satın almışlardı. Şimdi o halının ateş kırmızısı rengi desenlerine gözyaşları yağıyordu, tüm duyguların tadına vararak ve içine kapanarak uzun uzun ağladı…
Gün bitmiş odayı serseri bir karanlık basmıştı. Kafasını kaldırdı zarfı tekrar tekrar öptü. İçinde yeşeren bir mutluluğun ve huzur kokan bir mucizenin yanında milyonlarca hüzün ve kaygı da vardı, kendisine dahi söyleyemediği ve kabullenemediği acı gerçeği ona nasıl söyleyecekti ki. Bilemiyordu. Evin içinde tüm odaları gezerek düşündü durdu. Bedeninden ruhuna bir yorgunluk akıyordu. Kafasının içindeki uğultuyu ve evin içindeki ölüm sessizliğini dağıtmak için bilgisayarın başına geçip en sevdiği müziği açtı. Odanın içine dolunayın gölgesi vuruyordu ve evin sessizliğini dağıtan müziğin ardında bir adamın sesini işitti, tok ve haşmetli sesiyle adam;
“Tanrı’nın da zamanın da suçu yok. Hayat bize ne verdiyse, sanki sonsuza dek bizim olacakmış gibi sahiplendik. Sevgiyi, zamanı, varlığı… Her şeyin tükenmez olduğunu sandık. Oysa zaman, usul usul siler izleri. Dinmez sanılan acılar diner, unutulmaz denilenler unutulur. Her mevsim, eninde sonunda geçer. Ve insan, ancak o vakit öğrenir haddini; hiçbir şeyin gerçek sahibi olmadığını ve her şeyin aslında geçici olduğunu…”
***