Gözümde hıçkıran eller var
Bir yumruyu yırtan titreşimler
Taşması ne mümkün
Ne imkân ayrılmasına
Yüzümde kelepçeli iki bilek
Tavanda hayaletlere dönüşmek mi
Alnımdaki alevin kaderi
Diyarına öfkeli masal kahramanları
Her büyünün ensesinden sızan sudan
Beyaz bir yüzden ibaret ıslanmış uçurumlar
Ve bu eller, içlerine kül dökülmüş
Hangi göğe açılmışlardı bir zamanlar
Yankı kör bir yargıç
Tavan arasındaki evrenlerde
Kaç iç çekiş kaybolmalı
Maviliklere sığması için bu desenlerin
Bir casus her gülün ardındadır
Kanadıkça kılıçlarda parlar gövdeler
Tutup kavramak ne mümkün o ışıkları
Hep bir adım geriden gelir
Sevinçler, kozasında beklerken
İpek böcekleri kaynar suda
Uçmak bulanık bir serap
Kundaklarda suçlu parmak izleri
Bir ruh üflendi duvarlara
Minik kuşlar ağzını açıyor
Ben tozlu bir sandığım
Ben ıssız bir şehirim
Kireçler dökülüyor ağızlardan
Bağırışlar bağırışlarda sönüyor
Ben izbe bir girdabım
Ben melun bir köyüm
Ben Kabil’in babasıyım
Kronos’u, altı evladımın.
Bir ruh titredi duvarda
Minik kuşların hepsi ölü
Atıldımsa atıldım bu yola
Asamı nere gömdülerse gömdüler
Soğuk mezar taşlarından
Tülbentli ağaçlardan kurtulmalıyım
Alışkınım bu ormanın reçine kusmasına
İksir yok elimde, su
Toprak ne içsin
Adım atmak beni yükseltiyor
Çürümüş köprüde
Küçülüp büyüyen uçurumun ağzında.
Bir kokusu var buranın
Solumak ateşe dokunmak gibi
Alnıma gözler dokunuyor, sıcak hayallere
Diyarım yok benim, ne bir pelerinim
Ben yağmurlu bir günüm, ben…
Bir gökyüzü kaç kere kaybedilir
